1 Ekim 2018 Pazartesi

TÜRKİYE'DE ÇOCUK İSTİSMARI VE PEDOFİLİ-Aykız Gülşen SAKA


        

 Çocuk istismarı, çocuklarda ciddi morbidite ve mortaliteye neden olan sosyal ve medikal bir problemdir. Tanım olarak; çocuğa, ailesi ya da bakıcısı tarafından ciddi fiziksel veya duygusal yaralanmaya ya da ölüme yol açabilecek davranış ya da davranma teşebbüsü, cinsel istismarda bulunulması veya çocuğun terk edilmesi olarak tanımlanabilir. Türkiye’de çocuk istismarı son on yılda yaygın toplumsal sorun olarak ele alınmaya başlamıştır. Birçok araştırma Türkiye’deki çocukların %13.9-87’sinin fiziksel istismara uğradığını göstermiştir. Türkiye'de çocuk istismarı ile ilgili kapsamlı ve ülkeyi kapsayan araştırmalar yapılmamakta ve bulunmamaktadır. Olan ender çalışmalarında yapılma yılına baktığımızda üzerinden çok zaman geçtiği gözlenmektedir. TUİK verileri çok kısıtlı bilgi edinmemizi sağlamaktadır. Evrensel'in haberine göre, sempozyumda İHD İstanbul Şubesi Çocuk Hakları Komisyonu'nun hazırladığı insan hak ihlali raporu paylaşıldı. Raporun çocuk istismarı verilerini aktaran Komisyon Üyesi Zelal Coşkun, şu bilgileri paylaştı:
"Adalet verileri, yılda ortalama 8 bin çocuğun cinsel istismara uğradığını ortaya koyuyor. ECPAT 2015 yılı Türkiye Raporu'na göre; çocuklar, Türkiye'de cinsel şiddete en fazla maruz kalan grubu oluşturuyor. Türkiye'deki cinsel suçların yüzde 46'sı çocuklara karşı isleniyor. Çocuğun cinsel istismarında Türkiye dünya listesinde 3'üncü sıradadır. TÜİK verilerine göre, son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğu devletin izniyle evlendirildi. Son 6 yılda 142 bin 298 çocuk anne oldu ve bu çocukların büyük kısmı dini nikâh ile evlendirildi. 2002'den bu yana 18 yaşın altında 440 bin çocuk doğum yaptı. 15 yaşın altında cinsel istismara uğrayarak doğum yapan çocuk sayısı ise 15 bin 937 olarak kayıtlara geçti."
Pedofili son yıllarda dünyada ve Türkiye’de çocuk istismarının en önemli problemidir. En yalın tanımıyla çocuğa bir yetişkin tarafından yöneltilen cinsel istismar, taciz ve tecavüze pedofili deniyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) pedofiliyi; bir yetişkinin bilerek veya bilmeyerek yaptığı, çocuğun sağlığını fiziksel ve psikolojik gelişimini olumsuz yönde etkileyen davranışlar olarak tanımlamıştır.

Pedofili, Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından 1994 yılında bir parafilik bir mental bozukluk olarak belirlenmiştir. Parafilinin özelliklerinde tekrarlayan, yoğun cinsel uyarılar vardır fakat bu uyarılar insan olmayan objelere, çocuklara ve ya diğer onamı alınamayacak yetişkinlere gibi normal cinsel hayatın dışındadır. Ülkemiz 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilen “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme”ye 14 Şubat 1990 tarihinde imzasını atmıştır. Bu konuda imza atan ilk ülkelerden biri olmasına rağmen Türkiye’de giderek artan oranda bir çocuk istismarı ve pedofili vakası serisiyle karşı karşıyayız. Çocuk Hakları Sözleşmesi, 27 Ocak 1995 tarihinde Resmi gazetede yayınlanarak 4058 Sayılı yasa ile iç hukuk kurallarına dönüşmüş ve Türkiye’de de uygulanmaya başlamıştır. 



GÜMÜŞ TEPSİDE SUNULAN KÖLELİK: KAPİTALİZM Nasıl Doğdu?-Hurinur DUYGU


Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde tutan sermaye sahibi ile özgür ama üretim aracından yoksun işçiler arasındaki üretim ilişkilerine dayanan sosyoekonomik formasyondur. Kapitalizmde üretime ilişkin kararlar kapitalist denilen ve kar etmek amacıyla üretim yapan sermaye sahibi tarafından alınır. İşçiler yasal olarak çalışmak zorunda olmamakla birlikte kendi üretim araçlarına sahip olmadıklarından ekonomik zorunluluk olarak kapitalist için çalışmak durumundadır.
 Kapitalizm, İngiltere başta olmak üzere Avrupa'da sistem olarak, feodalizmin çöküşü ile ortaya çıktı. Feodalizmin çöküşünü hızlandıran en önemli olay coğrafi keşiflerdir. Yeni keşfedilen topraklardan getirilen zenginlikler Avrupa'da sermaye birikimini sağladı. Bu servet belirli kişilerin elinde toplandı. Küçük tarım üreticisinin ürünü ve küçük sanatkârların üretimi bu zenginliği karşılamaktan uzaktı. İçine kapalı şatolarda self-senyör ilişkisi içinde yürütülen feodal üretim tarzı, gelişen ticaretle birlikte sarsıntı içerisine girdi.
Kapitalizm ilk önce İngiltere'de dokumacılıkla başladı. Küçük el sanatları yerine manifaktür üretim geçti. Gene el sanatlarına dayalı olan manifaktür üretimde küçük esnafın bir sermaye sahibine bağlı olarak çalışması söz konusuydu. Bu üretim biçimi iş bölümünü arttırdı. Üretimin yapıldığı atölyeler, sanayi devrimiyle birlikte yerlerini makinalı üretimin hâkim olduğu fabrikalara bıraktı.
Kapitalist sınıfın ilk temsilcileri tüccarlardı. Özel yatırımların yapılması için gerekli sermaye birikimi, kapitalizmin ilk dönemlerinde yürütülen merkantilist politika ve işçi ücretlerinin en az düzeyde tutulmasıyla sağlandı. Merkantilist politika, gümrük tarifeleriyle ülkeye gelen değerli madenlerin ülkede kalmasını sağladı. Para artışının yarattığı enflasyon sonuç olarak kapitalistin servetini arttırdı. İşçi ücretleri fiyat artışını karşılamayan bir düzeyde kaldı ve sefalet ücreti olarak adlandırılan bir düzeye indi. İngiltere'de kapitalist gelişimin odağı XVIII. yy’dan başlayarak ticaretten sanayiye kaydı. Sanayi devrimi, ticaret sermayesinin egemenliğinden sanayi sermayesinin egemenliğine geçiş dönemidir. 2-3 yüz yıldır biriken sermaye, teknik bilginin üretimde kullanılmasını olanaklı kıldı. Kapitalizm bu sayede teknolojinin ilerletici gücü oldu. Kuşkusuz zengin topluluklar daha önceki tarih dönemlerinde de görülmüştü. Ancak hiçbir zenginliklerini, daha etkin üretim yöntemlerinde yararlanmak üzere kullanmadılar. Bundan sonra kapitalizm devlet müdahaleciliği yerine ekonomik faaliyetlerin hiçbir biçimde kısıtlanmadığı liberal bir politika benimsedi.
Kapitalizmin temelinde serbest rekabetin bütün piyasa koşullarını düzenleyeceği ve en fazla refahı sağlayacağı varsayımı yatar. Herkesin kendi refahını en üst düzeye çıkarmasıyla toplum refahı da en üst düzeye çıkacaktır. Serbest rekabet dönemi boyunca üretimde oluşan merkezi iyileşme ve yoğunlaşma sonucunda XIX.yy’a gelindiğinde kapitalizmin tekelci aşamaya vardığı görüldü. Başlangıç dönemlerinde küçük firmaların üretimlerine dayanan piyasaya da fiyat arz ve talep yasasına göre belirlenmekte olup firmaların fiyatı belirlemesi söz konusu değildi. Ancak büyük ölçekli üretimin sağladığı yararlar, firmaları birleşmeye ya da birbirini yutmaya zorlayarak serbest rekabetten, birkaç büyük firmanın piyasaya egemen olduğu tekelci kapitalizme doğru bir gelişmeye neden oldu. Bunun yanı sıra sanayi sermayesiyle banka sermayesi iç içe geçti. Büyük kapitalist merkez ülkelerde ortaya çıkan üretim fazlası nedeniyle, bu ülkelerden az gelişmiş ülkelere doğru mal dış satımının yanı sıra sermaye yatırımları akmaya başladı. Dünya, büyük kapitalist ülkeler arasında toprak bakımından paylaşıldı.
I. Dünya Savaşı kapitalist ülkeler arası ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. Savaştan önce uluslararası ekonomide kapitalizmin daha eskiden yerleştiği İngiltere, Fransa gibi ülkeler egemen konumdaydı. Altın standardı evrensel bir nitelikte olup Avrupa dünyanın bankası gibiydi. Savaştan sonra bu durum köklü bir değişim geçirdi. Uluslararası pazarlar daraldı ve yeniden paylaşıldı. Afrika halkları sömürgeciliğe karşı başarılı savaşımlara giriştiler. Altın standardı terk edildi. ABD kapitalist sistemin merkez gücü durumuna geldi. 1917 Sovyet Devrimi kapitalizmin etkenlik alanlarını daralttı. Savaştan sonra kapitalist dünyada yaşanan yükselme döneminden sonra 1929 larda bu ülkeler büyük bir ekonomik bunalım dönemine girdiler. Bu olay, klasik kapitalizmin bırakınız yapsınlar politikası yerine devlet müdahalesine dayanan bir politikanın benimsenmesine neden oldu. II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalizm karşıtı ülkeler topluluğunun oluşumu, sömürgeciliğe karşı yoğunlaşan savaş ve bu savaşlar sonucunda 1960 larda sömürgeciliğin bir sistem olarak yıkılması kapitalizmin gelişiminde bir refah döneminin son bulmasını beraberinde getirdi.
1960'lı yılların ikinci yarısında ortaya çıkıp süregelen bunalımlar devlet-tekelci kapitalizminin doğuşunu hazırlarken yeni ekonomik görüşlerin ortaya çıkışını da beraberinde getirdi. 1970 lerden sonra yaşanan stagflasyon süreci içinde kapitalist dünyada para bunalımı biçiminde dışa vuran ekonomik zorluklara karşı M.Friedmann’da ifadesini bulan serbest piyasa savunması anlayışı ve buna dayalı sıkı para politikası bir dizi ülkede yandaş kazandı.






18 Ağustos 2018 Cumartesi

-SEYDİBEŞİR SOYKIRIMI-TOMRİS


         Dünyada Ermenilere yapılan sözde soykırım konuşulurken tarihin tozlu sayfalarında kalan ve konuşulmasına dahi izin verilmeyen konular var. Bunlardan biri de İngilizlerin Mısır’da bulunan Seydibeşir esir kampında Türklere yaptığı soykırımdır.
         Filistin Cephesinde, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere esir düşen 16. Tümen’in 48. Alayı’na bağlı 15.000 Osmanlı askeri bu kampta, salt Türk oldukları için öldürüldü. Yapılanlar ise sır gibi saklanmaktadır. Hicaz-Yemen cephesinde Medine savunulurken açlık ve koleradan kırılan Türkler esir alınıyor ve bu kamplara getiriliyordu. Zorluk çıkaranlar ya Hintli askerler tarafından kırbaçlanıyor ya da sıcak kuma gömülerek kolayca iknâ ediliyorlardı. 1. Dünya Harbi içinde ve sonunda İngilizlerin, Türklere en kötü muamele ettikleri esir kampı olduğu iddia ediliyordu. Çoğu kaynak bunların doğru olduğunu söylerken birkaçı da olanların uydurma olduğundan bahsedip üzeri kapatmaya çalışılıyor. Bu iddiaların dayandığı iki esaslı belge vardır. Bunlardan biri, 28 Haziran 1921 tarihli bir TBMM Hükümeti kararıdır.  Kararda TBMM başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın ve on bir bakanın imzaları yer almaktadır. Bu belge, TBMM Hükümetinin, Mısır'daki esir kamplarında 15.000 esiri kasten malûl bırakan İngiliz tabipleriyle, garnizon kumandan ve zabitleri hakkında siyasi takibatın başlatılması için harekete geçilmesinin kararlaştırdığına ilişkindir. Diğer bir belge ise, Meclis'in 28 Mayıs 1921 cumartesi günü yapılan 37 oturumunda Edirne milletvekilleri Faik ve Şeref beylerin verdikleri yazılı önergedir. Bu önergenin baş kısmı Malta'da esir bulunan Türklerin iadesi çalışmalarıyla ilgiliyse de son kısmında Mısır'daki kamplarda "kasten kör edilen" Türk esirlerinden bahsedilmektedir. Son bölüm şöyle: "... Mısır'da bilintizam, İngiliz'in tathirat-ı fenniye (ilaçla temizleme) bahanesiyle miktar-ı muayenininden (yeterli miktardan) fazla 'krîzol' banyosuna sokarak gözlerini kör ettikleri 15.000 vatan evlâdının üzerinde irtikab edilen (yapılan) bu cinayetin müteammit (önceden tasarlayan) failleri olan İngiliz tabipleriyle garnizon kumandan ve zabitlerinin tecrim (suçlu ilan) edilmesini de ilave eyleriz...
         Söz konusu bu kampta İngilizlerin yanında Araplar ve Ermeniler de bulunuyordu. 12 Haziran 1920’ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar. Bunun nedeni Ermenilerdi. Çünkü kampta Türkçe bilen Ermeniler tercümanlık yapmış ve yalan yanlış çeviriler yapılarak İngiliz komutanları azılı Türk düşmanı haline getirmişlerdir. Savaş bitmişti ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışında binlerce Osmanlı askerini teslim etmek İngiliz'in işine gelmiyordu. Çünkü olası yeni bir savaşta bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri Ermeniler tarafından İngilizlerin beynine işlenmişti. Askerler saç ve sakal tıraşına sokulmak istendiğinde İngilizler, Yahudi asıllı İngiliz ajanı Sara’nın etkisinde kalarak askerlerin saç ve sakallarını yakmışlardır. Yanan askerler sulara koşarak serinleyeceklerini düşünürlerken mikrop kırma bahanesiyle havuzlara doldurulan dezenfektan yüzünden ciltleri yanmaya başlar. Havuzlardan çıkmak isteseler de İngiliz askerleri dipçik darbeleriyle havuzdan çıkmalarına izin vermemişlerdir. Çoğu zaman da havaya ateş açıyorlar, yaralanmamak için kafalarını çaresizce suya sokan askerlerimiz ise bu sebepten kör olmuştur. İngilizler esir düşen askerlerimizi geri vermemek için çareyi onları ortadan kaldırmakta bulmuştur. Kör olan askerlerimizden sağ kalanları ise çölün ortasında vücutlarına kesikler atılarak, çöl hayvanlarının yemeleri için orada terk etmişlerdir. Çöl de yaşayan bedeviler onları buldukların da ise çok geçtir. Karamanlı Asteğmen Ahmet (Altınay) Efendi kamptan sağ kurtulabilen üç beş kişiden biriydi onun anlattıkları ise şöyle: “Savaş bitti dediler. Ama ölenlerin dışında kimsenin kamp dışına çıkmasına izin vermedi İngilizler. Çünkü Ermeni tercümanları beynini yıkamıştı İngiliz subayların. ‘Bundan sonra çıkacak savaşta sizi doğrayacaklar; hem de burada tutuğunuz askerler!’ Buna inanan İngilizler de süngülerle dürte dürte askerlerimizi ‘mikroplardan arıtma kazanlarına’ soktular. Ama sıcak suya Krizol adlı bir ilaç atılmıştı bolca. Ayağını sokan asker acıyla haykırıyordu; cayır cayır yakan Lizol’ün etkisiyle. Suya kimse başını sokmak istemedi. Bunun üzerine İngiliz askerleri ateş etmeye başladı: Askerlerimiz kurşunlardan sakınmak için diz çöktü, başlarını suyun içine soktu. Başını çıkaran göremiyordu artık; kör olmuştu!’’
           Bu yapılan insanlık suçu sebebiyle TBMM hükümeti uzun bir süre İngiltere’yi soykırımla suçlamış fakat netice alamamıştır. Yayınlanan belgelerin çoğu ortadan kaldırılmış ve bu olay unutulmaya yüz tutmuştur. Türklerin bu kamplar da gördüğü insanlık dışı muamelelerin yanında ‘sözde’ Ermeni soykırımını kanıtlamak için ‘’Şimdiye kadar kaç Ermeni öldürdünüz?’’ sorusu yöneltilerek esirlere baskı yapılmıştır. Tüm dünya, Türkleri hedef alarak sözde soykırımların peşinde gezerken, insanlık suçu işlenen nice yerlerde sessizliğini korudu ve korumaya devam ediyor. Bizler ise bu olayın unutulmasında ön ayak oluyoruz. Şu unutulmamalıdır ki geçmişini anlamayan ve onu araştırmayan halk ezilmeye mahkûmdur.


-KADINA ŞİDDETE FARKINDALIK- Didem ÇOLAK



    Kadına şiddet konusu günümüzde ne kadar önüne geçilmeye çalışılsa da büyük bir sorunumuzdur.
   Türkiye’de son 10 ayda 20 sığınma evi açılmış ve bu sığınma evlerinin kapasitesi 1800 kişi olmuştur.  Fakat bu sorun sadece Türkiye’nin  değil, birçok ülkenin sorunu. Örneğin; Avustralya, 2003 yılından beri kadına şiddette %300 büyüme oldu. 6 milyon nüfuslu Nikaragua’da 2011 yılında 37.000 kadına cinsel tacize uğrayıp ve şiddet gördü (kayıt altına alınan). Ayrıca Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika gibi kendisini ileri gören ülkelerde şiddet bir hayli fazla. Kadına şiddete farkındalık yaratmak amacıyla birçok ilde birçok dernek ile çalışmalar yürütülmektedir.

       25 Kasım Kadına Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak kabul edilmiştir.25 Kasım’ı uluslararası mücadele gününe çeviren olay ise 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde meydana gelmiş. Olayın hikâyesi ise şöyle:
Yıl 1960, yer Dominik Cumhuriyeti. 1930’da ülke yönetimini ele geçiren Rafael Trujillo diktatörlük yönetimini sürdürüyordu.
Dominik Cumhuriyeti’nin Cibas bölgesinde dünyaya gelen ve Mirabal Kardeşler olarak tanınan üç kız kardeş Patria, Minerva ve Maria Teresa, eşleriyle birlikte Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele veriyordu. Patria 1960 yılının Haziran ayında Clandestine Hareketini kurdu ve diğer kız kardeşler de bu harekete katıldı. Sembol haline geldikleri diktatörlük karşıtı mücadelelerinin çeşitli zamanlarında ağır baskılara maruz kaldılar ve hapis cezalarına çarptırıldılar. 1960 yılının Kasım ayı başlarında Trujillo ülkede iki tehlikenin varlığından söz etti: Kilise ve Mirabal Kardeşler!
Tarih 25 Kasım 1960’dı. Üç kız kardeş tecavüz edilip öldürüldüler. “Araba kazasında” öldükleri duyuruldu. Mirabal kardeşlerin öldürülmesinden bir yıl sonra Trujillo karşıtı hareket, diktatörlüğün sona ermesini sağladı.
Mirabal kız kardeşlerin anısı, özgürlük ve insan hakları için verdikleri mücadele, dünyada ve Türkiye’de insan hakları savunucuları ve kadın hareketleri için bir sembol haline geldi. 1999 yılında Birleşmiş Milletler, 25  Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Mücadele Günü” olarak benimsenmesini karar altına aldı.(İnsan Hakları Derneği) Bunun dışında dinimizde de ‘Kadın’ ile ilgili hadisler vardır. “Allah sizden; kadınlara karşı iyi ve hayırlı olmanızı ister; çünkü onlar, sizin analarınız, kızlarınız veya teyzelerinizdir." ya da “Kadınların haklarını yerine getirme hususunda Allah’tan korkunuz! Zira siz onları Allah’ın bir emaneti olarak aldınız.” bu hadislerden bazılarıdır.

   Sayılar ne kadar fazla olursa olsun, korkmamalı bu sayıları azaltmak için uğraşmalıyız. Nerede şiddete maruz kalan, ezilen bir kadın görsek elimizden geldiğince yardım etmeliyiz.


12 Ağustos 2018 Pazar

SAYGISIZ SAYGINLIK- ÇOLPAN


      İnsanlık varoluşundan bu yana temel ihtiyaçları olan ve Abraham Maslow ‘un 5 farklı kategoriye sığdırdığı ve ilk iki kategorinin ilk insandan bu yana hayatımızda büyük bir yer kapladığını görmekteyiz. Fizyolojik ve Güvenlik. Kısaca bahsedecek olursak Fizyolojik ihtiyaçlar “İnsanın biyolojik olarak yaşamını sürdürebilmesi için gerekli açlık, susuzluk, barınma, neslin devamı gibi ihtiyaçlar bu kategoridedir” Biyolojik ihtiyaçlar; İnsanların sosyal ihtiyaçlarının karşılandığı sosyal çevresi, sosyal güvenlik kuruluşları ve devleti bu kategoride değerlendirmek gerekir. [1] İlk iki kategori insanlığın yaşaması ve güvenliğini sağlaması için elinden geleni yapacağına dair bir işarettir. Ama bu ilk iki kategori aynı zamanda hayvanlar içinde geçerlidir. Peki bizi onlardan ayıran nedir? Eşrefi Mahlukat olarak yaratılmamız?  Aklımız? Ya da saygınlık? İşte tam olarak bu. Saygınlık çerçevesi altında ahlaklı erdemli ve akıllı insanlar oluruz. Saygınlık için insan oğlunun yapamayacağı şeyler yoktur. Post modernizm[2] dünyasının getirdikleri arasında saygınlık çok önemli bir yer kaplamaktadır. Aynı zamanda Abraham Maslow’un dördüncü kategorisinde yer almaktadır.

     Birey olarak insan tek başına hayat sürdüremeyeceği gibi Allah Ademe bir eş verdi. Ve insanlar zamanla çoğaldılar. Bu çoğalmalar önce kabileler halinde sonra devletçikler halinde ortaya çıktı.  Ünlü İslam Filozofu Farabi “El – Medinetü’l Fazıla” adlı kitabında bu konuya şöyle değinmiştir; “ Her insan kendini devam ettirmek ve en üstün mükemmelliğini elde etmek için bir çok şeye muhtaç olan yaratılışta varlığa gelmiştir. Onun bu şeylerin hepsini tek başına sağlaması mümkün değildir. Tersine bunun için o, her biri kendisinin özel bir ihtiyacını karşılayacak bir çok insana muhtaçtır. Her insan bir başka  insanla ilgili olarak aynı durumdadır. Bundan dolayı insan sahip olduğu tabi yaratılışının kendisine verilmesinin gayesi olan mükemmelliğine ancak birbiriyle yardımlaşan bir çok insanın bir araya gelmesi ile ulaşabilir.[3] Birey olarak insan saygınlık kazanmak istiyorsa önce mükemmeliyetçiliği yakalamak zorundadır. Ama günümüzde ya da 17. Yüzyılların sonuna doğru bu mükemmeliyetçilik, hırs ve kibir çerçevesinde ilerleyip devletler arası  birer  yarış  haline gelmiştir. 17. Yüzyıldan  sonlarında ki saygınlık; sömürgecilik  , kapitalizm, siyonizm ve ırkçılık gibi akımların ortaya çıkması ve ilerlemesi  ile devletlerin birbirine olan üstünlük gösterme çabası için en önde yürümüştür. Çünkü güç saygıyı doğuruyordu. Günümüzde  bu devletlerin barış, eşitlik ve özgürlükten bahsetmesi çok acı bir olaydır. En büyük katliamlar soykırımlar sözde eşitlik özgürlük için yapılmıştır.Ama insanlığımız bunu araştırıp öğrenmekten acizdir. Günümüzde en azından yakın tarihimizde bunları görmek mümkündür. Orta doğuda ki iç karışıklar. Sözde iç karışıklar diyoruz. Dış devletlerin bir oyunu olmadığını düşünmek için gerçekten kör sağır ve beyinsiz rolünü üstlenmek gerekir ki yeterince üstlenen bir kitle var.  Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 1948 de  hazırladığı beyannamenin ilk 5 maddesine göz atacak olursanız Müslüman ülkeler hariç tüm ülkeler için geçerli olduğunu göreceksiniz. En yakın örnek Filistin Olayı. İnsan haklarının sessizliği gayet açık bir şekilde gözler önündedir. Ya da Doğu Türkistan. Türk-İslam dünyası büyük bir uykunun ve sessizliğin içindedir. Görmek için düşünmek, araştırmak ve bilmek gereklidir. Örneğin bu konu hakkında yakınlarda bir dizi projesi ile gündeme gelen Kut’ul Amare, 29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı Ordusunun Irak’ın Kut bölgesinde İngilizlere karşı kazandığı büyük bir zaferdir.   Osmanlı Devletinin I. Dünya savaşında Savunma Cephelerinden birisi olan Irak cephesi, İngilizlerin Araplara milliyetçilik fikrini aksedip onlara kendi devletlerini kurabileceklerini bağımsızlıklarını destekleyeceklerini söyleyerek çoğunluğu kendi taraflarına çekerek Osmanlı devletinin yanında yer almamıştır. Müslümanı Müslümana kırdırmak, dış güçlerin en iyi yaptığı bir eylemdir. Bunun sebebi tarihimize olan şuursuzluğumuzdur. Yukarıda bahsettiğim gibi düşünmemek,araştırmamak ve bilmemek.
      İnsanlığın mülkiyet için olan savaşı bitmeyeceği gibi onlarca insanın bu uğurda öldürüleceğine göz ardı edilemez bir gerçektir.  Fransız Filozof Jean Jacques Rousseau Toplum sözleşmesi adlı kitabında şöyle yazar;” İnsanlar o ilk bağımsızlıkları içinde yaşarlarken aralarında barış ya da savaş hali olabilecek kadar değişmez ilişkiler söz konusu olmadığından doğal olarak birbirlerine düşman değildirler. Savaşı doğuran, insanlar arasında ki ilişkiler değil olaylar arasında ki ilişkilerdir.” [4]  Mülkiyet anlayışı savaşı doğuran önemli nedenlerdendir. Bazı akımlar bunun çerçevesinde kurulmuştur. Saygınlık bu sayede önem kazanmıştır. Çıkar ve menfaat eşittir saygınlık haline gelmiştir.  Tanımadığınız insanı bir anda sevemez ama ona saygı gösterirsiniz. Duygusal bağlamda ele alındığında farklı bir boyut karşımıza çıkar. Burada olaylar karşısında saygı kavramına ne anlam yüklediğimiz önemlidir.

     İnsanoğlu düşünmekten korkmamalı ve kaçmamalıdır. Düşünmek size kim olduğunuzu hatırlatır. Ne için var olduğunuzu ve ne için savaştığınızı, nereden geldiğinizi, dostunuzu düşmanınızı hatırlatır. Kavramların arkasında sakladığı gerçekleri gösterir. Ya da kavramların gerçekliğini , insanlığın yüklediği anlamları öğretir. Her kavram zamanla farklı anlamlar haline geliyor. Zaman içinde farklı anlamlar yüklüyoruz ya da tamamen hayatımzdan çıkarıyoruz. Geçmişte var olmuş gelecekte  son bulmuş olan…. 



[1] http://pskolojk.blogspot.com.tr/2012/05/maslowun-ihtiyac-piramidi.html
[2] postmodernizm; "modernliğin parametrelerine, bilimsel bilginin üstünlüğüne, pozitif bilimlere, doğrusal gelişmeye, ulusdevlet anlayışına, endüstriyalizme, kapitalizme, demokrasiye, lâikliğe, insan haklarına, teknolojiye, bürokrasi ve uzmanlaşmaya karşı gelen ve onları sorgulayan; buna karşın belirsizliğe, parçalılığa, farklılığa, etnikliğe, altkültürlere, kültürel çoğulculuğa, bilgiye yönelik çoğulcu bakış açısına, yerel bilgiye, yerelliğe, özgünlük ve özgürlüklere ayrıcalık tanıyan bir hareket'tir (Kızılçelik, 1996, s.28).
[3] Farabi, El-Medinetü’l Fazıla,Çev. Ahmet Arslan,Divan Kitap, İstanbul,2015,s.97
[4] Rousseau,J.J, Toplum Sözleşmesi, Çev.İsmail Yerguz, Say yayınları,  İistanbul.2012.s.63

SAVAŞA BEŞ KALA- ÇOLPAN


SAVAŞA BEŞ KALA

Kalemi kâğıda kavuşturan Allah’a hamd olsun!
Bitecek olan mücadelenin içinde bulunduğumuz zaman.

Geceyi sabaha kavuşturan Allah’a hamd olsun!
Âminlerin Arş-ı Alâ’ya yükseldiği zaman.

Her gecenin sabahı, her sabahın gecesinde sesimizi duyan Allah’a hamd olsun!
Duaların savaşa kalkan, yüreklere güç verdiği zaman.

İnsanoğlunu, yaratılmışların en üstünü kılan Allah’a hamd olsun!
Vakit, savaşa beş kala..
Ruhun âleme sığmadığı,
Şehadetlerin gök kubbeye yükseldiği zaman.

Kur’an-ı rehber kılan Allah’a hamd olsun!
İnsanlığın kaybolmuşluğunda, yol bulduğu zaman.

Yürekleri huzura kavuşturan Allah’a hamd olsun!
Darlık anında “Fettah” zikrinin çekildiği zaman.

Beklenen haberi müjdeleyen Allah’ a hamd olsun!
“ve sakın Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin; hayır onlar diridirler” denildiği zaman.

Ve Muhammed Mustafa’ya komşu olunduğu zaman…

14 Ocak 2018 Pazar

BEYLERBEYİM ELÇİBEYİM-AykızGülşen SAKA

"Ağ yeleli bir at ile göğe çattı Elçibey'i
Türkler için Tanrı'mıza elçi gitti Elçibey..."

Ne Bakü ne Gence ne de Şeki böyle bir yiğit görmüştü daha önce...
Nahçıvan'da başlayan hayat,
Azatlık ile yanan bir yürek... 
Başbuğ ile her omuz omuza gördüğümüz de gönlümüze bir taht daha kurdu Elçibey...
Kimi zaman bir 'Yemen' türküsüne ağlarken gördük onu kimi zaman kızına bir ayakkabı bile alamayacak durumda.
'Biz' den biriydi Elçibey, içimizden biriydi...
Türk kendine Bozkurt'u simge edinmişti esaret Türk'e göre birşey değildi.
Bozkurt ruhluydu Elçibey, bağımsızlık için çok çetin mücadeleler verdi bir adım geri durmadı.
Turan'a giden yolda Oğuz Soylu asil bir beğ'di o...
Türklüğün yılmaz savunucusuydu.
Atatürk'ün askeri olmak kolay değildi; yeri geldi vatanı için hapislerde yattı hiçbir kuvvet onun bu kut'lu direnişine engel olamadı...
Binlerce Azerbaycan Türk'ü bir sözüyle meydanlara akın etti.
Şüphesiz ki Resulzade'nin göndere çektiği bayrağı en iyi o taşıyordu.
Vatanı için sürekli endişeleniyorfakat geleceğe umutla bakıyordu çünkü yüce Türk milletinin bir gün uyanacağını biliyordu...
O bu Dünya'da göçeli bugün tam 17 yıl oldu ne yaptıklarını ne de geride bıraktıklarını unuttuk...
Emanetini namus belledik; her daim onur duyduğu Türklüğüyle bizler de her daim onur duyduk, övündük...
Sana yemin olsun Beğ; üç renkli bayrak Azerbaycan semaların da her daim dalgalanacak ve gün gelecek Karabağ'dan da asılacak...
Sana yemin olsun Beğ bir gün TURAN kurulacak, Azerbaycan Türkiye kardeşliği sonsuza dek var olacak!



TÜRKİYE'DE ÇOCUK İSTİSMARI VE PEDOFİLİ-Aykız Gülşen SAKA

           Çocuk istismarı, çocuklarda ciddi morbidite ve mortaliteye neden olan sosyal ve medikal bir problemdir. Tanım olarak; çocu...