30 Ağustos 2017 Çarşamba

İSMAİL GASPIRALI- Hafize MARA

21 Mart 1851’de Kırım’da Bahçesaray-Avcıköy’de doğan İsmail Gaspıralı’nın babası Kırım’ın sahil kesimindeki Gaspıra köyünden ve Çarlık ordusundan emekli bir teğmen olan Mustafa Alioğlu Gasprinskiy, annesi ise köklü bir Mirza ailesinin kızı Fatma Sultan’dır.
İsmail Gaspıralı mahalli bir Müslüman mektebinde başladığı öğrenimini Akmescit Erkek Gimnazyumu’nda sürdürdü. Buradan mezun olduktan sonra Moskova’daki tahsil yıllarında dönemin Rus fikir hayatını ve aydınlarını yakından tanıma imkânı bulan Gaspıralı, tanıştığı Rus aydınlarına saygı duymakla birlikte gerek okuldaki panslavist havanın kendisinde oluşturduğu aksi tesir gerekse Rusların aşağılamaları, doğup büyüdükleri bu topraklarda ikinci, hatta üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görmesi ve Girit’teki ayaklanmada burada yaşayan Türklerin katliama maruz kalmaları Gaspıralı’nın zihninde Rusya İmparatorluğu’ndaki Türkleri uyandırma düşüncesine yol açtı.
İşte bu amaçla; Girit isyanında Rum asilerine karşı mücadele eden Osmanlı askerlerine katılmak üzere yakın arkadaşı Mustafa Mirza Davidoviç ile birlikte gizlice Türkiye’ye geçmek istediyse de Odesa’da yakalandı. Çarlık Rusyası’ndaki askeri öğrencilik hayatı bu şekilde sona eren Gaspıralı, 1868’de Bahçesaray’a dönerek Zincirli Medrese’de Rusça muallimliğe başladı. Bu arada kendini yoğun bir şekilde Rus edeb ve felsefi eserlerini okumaya verdi.
Böylece kendini geliştiren İsmail Gaspıralı, Ruslardan da esinlenerek Batı tarzında eğitim ve öğretimi Türkler arasında yaygınlaştırmanın şart olduğu kanaatine varmıştı.
Onun amaçlarından biri de İstanbul’da asker olmaktı. Fakat iyi bir memuriyete girmesi ve diğer ülkülerini gerçekleştirmesi için Avrupa’ya gidip, orada bilgisini arttırmak ve bu sıralarda revaçta bir dil olan Fransızca’yı öğrenmek istedi. İşte bu maksatla Paris’e giden Gaspıralı, orada iki üç yıl kadar kaldıktan sonra 1878’de İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’a gelmesindeki amaç belirttiğim gibi Osmanlı askeri olmak istemesiydi. Fakat burada geçirdiği bir yıla yakın süre zarfında başvurusuna olumlu yanıt alamayınca tekrar Kırım’a döner.
Mevcut problemleri yakından gördüğü için yabancı hâkimiyeti altında yaşayan soydaş ve dindaşlarını uyandırmak, onların seslerini duyurmak arzusu ile yayın yoluyla faaliyete geçmek istedi. Bu amaçla 1881’de Akmescid’de çıkan Rusça Tevrida gazetesinde Russkoe Musulmanstuo(Rus Müslümanlığı) başlığıyla, sonradan risale halinde de yayımlanan bir dizi yazı yazdı. Ancak Gaspıralı, fikirlerini tedrici ve ihtiyatlı bir şekilde de olsa ortaya koyabileceği Türkçe bir yayın organına ihtiyaç duymaktaydı. Bu yoldaki resmi müracaatlarının sonuçsuz kalması üzerine Tiflis’te her birini değişik adlarla bastırdığı bazı varaklar neşretti. Bir taraftan da düşündüğü gazetenin yayın iznini almaya uğraşırken Volga boyundaki Müslümanlar arasında dolaşarak aboneler bulmaya çalıştı. Nihayet 1883’te bütün muhteviyatının Rusçası ile birlikte yayımlanması şartıyla Tatarca bir gazete neşrine muvaffak oldu. İlk nüshası 22 Nisan 1912’den sonra günlük olarak yayımlanan Tercüman, Kırım’da Kırım Tatarlarının ilk Türkçe gazetesi, bütün Rusya Müslümanları arasında da Türkçe yayımlanan üçüncü gazeteydi. Türk coğrafyasının her köşesinde zevkle okunan ve anlaşılabilen bir muhtevaya sahip olan Tercüman Gazetesi Türk Dünyasında oynadığı rol açısından bakıldığında son derece önemli bir yerdedir. Rusya’daki 1905 ihtilalinden sonra Tercümanın başına; Dilde, Fikirde, İşte Birlik ibaresini koydu. Çünkü kurtuluşun sadece bir Türk bölgesinin selamete ermesiyle değil, topyekûn her yerde kalkınma ve milli beraberlikten geçtiğinin farkındaydı. Böylece Rusya’da İsmail Gaspıralı’nın önderliğinde Pantürkizm yani Türkçülük hareketi başladı.
İsmail Gaspıralı, bütün Rusya Türklerinin, Türkiye’nin manevi liderliğinde ve ortak bir çerçevesinde bir araya gelmelerini arzuluyordu. Bu maksatla Tercüman’da kullanılan dil, aşağı yukarı bütün Türk coğrafyalarında anlaşılabilen terim ve kelimelerden meydana geliyordu.
O, Usul-i Cedid denilen yeni okulların açılmasına öncülük yaparak, dini ilimler yanında modern bilimlerin de Türk dünyasına girmesini sağladı. Usûl-i cedîdin yerleştirilmesi hususunda 1880’i takip eden yıllarda Gaspıralı büyük güçlüklere katlanmak zorunda kaldı. Rusya İmparatorluğu içinde Müslümanların topluca yaşadığı yerlere sık sık ziyaretlerde bulunarak usûl-i cedîdi tanıtmaya ve benimsetmeye uğraştı. Yavaş yavaş pek çok Türk bölgesinde okunmaya başlanan Tercüman ise onun önemli propaganda araçlarından birini teşkil ediyordu. İlk usûl-i cedîd mektebinin açılışı üzerinden henüz on yıl geçmeden çeşitli Türk bölgelerinde Gaspıralı’yı destekleyen kimseler ortaya çıktı. Bunlar arasında aydın fikirli mollalar, muallimler, esnaf ve en önemlisi Müslüman zenginler yer almaktaydı. Özellikle İdilboyu Tatarları’ndan Hüseyinovlar, Apanaylar, Akçuralar gibi zengin tüccarların, Tağızade gibi Kafkasyalı Müslüman petrol milyonerlerinin kazanılması usûl-i cedîd mekteplerinin hızla yayılmasında büyük rol oynadı. Bunların açtığı ve maddî bakımdan desteklediği mekteplerle usûl-i cedîd bilhassa İdilboyu’nda, Kafkasya ve Kırım’da köylere kadar yayıldı. 1895’te bütün Rusya İmparatorluğu içindeki usûl-i cedîd mekteplerinin sayısı 100’ü geçerken 1914 yılında bu sayı yaklaşık olarak 5000’i bulmuştu.
20. asrın başlarında Rusya’da ciddi gelişmeler oldu. Bunlardan birisi de bütün Rus çarlığını saran ihtilal hareketleriydi ki, Rusya Türkleri de bundan yararlanma yollarına gittiler. 1905 ve 1906’larda Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Münevver Karı, Ahmedcan Bentimur, İsmail Abid, Abdullah Avlanî, Abdullah Hocaoğlu ve Ali Merdan Topçubaşı gibi Türkçülerin önderliğinde, Rusya’da yaşayan Türk ve Müslümanlar çeşitli kongreler tertiplediler. Bunlardan ilki 1905 ağustosunda Nijniy-Novgorod şehrindeki panayır sırasında gizli ve kanunsuz olarak, Oka Nehrinde gezinti süsü altında bir vapurda düzenlendi. Kongreye Rusya Müslümanlarından 150 temsilci katıldı. Toplantıya iştirak edenler aktüel, politik ve kültürel problemler ile toprak meselelerini görüştüler. İkinci kongre de gizli olarak 28 Ocak-5 Şubat 1906 tarihleri arasında St. Petersburg’da; üçüncüsü de yine Nijniy-Novgorod’da 26 Ağustos 1906 yapıldı. Bunların bazılarının başkanı Gaspıralı İsmail’di. Bu toplantılardan çıkan en önemli sonuç; Rusların yapmış oldukları anti-Müslüman ve Türk propagandalarının kınanması ve Türk düşmanlığına karşı mücadeleye karar verilmesiydi. İsmail Gaspıralı’nın bu gayretleri elbette sonuçsuz kalmadı. Başta Rusya’da toplanan kongrelerde ilkokuldan itibaren Türklerin kendi ana dilleriyle eğitim yapmaları teşvikine gidildiği gibi, daha sonraki çalışmalarla da Türkçenin yabancı kelimelerin istilasından kurtarılması için gerekli girişimlerde bulunuldu. Bunun da öncülüğünü Azerbaycan ve Türkiye gerçekleştirdi.
Çocukluğundan itibaren Türk dünyasının birliği ve aydınlanmasını kendine bir ülkü edinen İsmail Gaspıralı fikirleri olgunlaştıkça bunları yazı ve yayınlardan başka yollarla insanlara ulaştırmak lüzumunu düşünmüş; buna binaen de hemen hemen her yıl değişik Türk topraklarına giderek oralarda fikir adamları ve ahaliyle görüşmüştür. Gaspıralı İsmail Bey İslam dünyasına da aynı gözle bakıyordu. Onun da üzerinde bir rehavet vardı ve uyanması lazımdı. Bu münasebetle Hindistan ve Mısır gibi ülkelere de yolculuklar yaptı.

Türk milliyetçiliğinin bu abide şahsiyeti 1914 yılında hayata gözlerini yumduysa da kararlılıkla bıkmadan davası uğruna yürüttüğü mücadelesiyle biz Türk milliyetçilerinin kalbinde ölümsüzleşmiştir...

NAMIK KEMAL-Zeynep TATAROĞLU


  Namık Kemal Tanzimat Edebiyatı'nın meşhur gazetecisi, siyasetçisi, şairi ve yazarıdır.21 Aralık 1840ta Tekirdağ'da doğan Namık Kemal'in asıl adı Mehmed Kemal'dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu babasının işinden dolayı Rumeli ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde geçiren Namık Kemal özel öğrenim görmüştür. Burada Arapça ve Farsça öğrenmiştir.17 yaşındayken komşusunun kızı olan Nesime Hanımla evlendi. Bu evliliğinden Feride ve Ulviye adında iki kızı ve Paris'e kaçarken olan Ali adında bir erkek çocuğu olmuştur. Fakat Nesime Hanım'ın pek Namık Kemal'e uyuşmayan bir dünyası vardı. Bu yüzden Nesime Hanım kocasından çok Feride'nin yanında yaşamayı tercih etmiştir. Namık Kemal 18 yaşındayken İstanbul'a, babasının yanına dönmüştür.
  1863'te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdiği sırada dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı bularak kendi fikir dünyasını oluşturmaya başladı.1865te kurulan ve daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli bir derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin görüşleri hakkında yaptığı yayından dolayı 1867 de kapatıldı.
  Namık Kemal, İstanbul'a uzak olması için Erzurum'a vali yardımcısı olarak atandı fakat bu göreve gitmeyi erteledi. Daha sonra Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine Ziya Paşayla beraber Paris'e gitti. Bir süre sonra Londra’ya geçerek Mustafa Fazıl Paşa'nın yardımıyla Ali Suavi'nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı "Muhbir" gazetesini yazmaya başladı.1868de yine Fazıl Paşa'nın desteğiyle "Hürriyet" gazetesini çıkardı.1870 yılında İstanbul'a dönen Namık Kemal, Nuri Reşat ve Ebüzziya Tevfik Beyle birlikte 1872 de "İbret" gazetesini kiraladı. Yine o sene gazetede bir yazı üzerine gazete 6 aylığına kapatıldı. İstanbul'dan uzak olması için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı "Vatan yahut Slistre" oyunu 1873te Gedikpaşa Tiyatrosunda sahnelendi. Oyunu izleyenler galeyana gelip olay çıkardı. Namık Kemal ve birçok arkadaşı tutuklandı. Bu kez Mogosa'ya sürgüne gönderilmiştir.
  Edebi yaşamı oldukça başarılı olan Namık Kemal'in birçok eseri bulunmaktadır.38 ay boyunca zorlu geçen Mogosa sürgünü zamanlarında tüm hayatını edebiyata adayarak "Gülnihal", "Akif Bey", "Zavallı Çocuk", "Kara Bela" gibi önemli eserlerini burada yazdı. Yazmak çektiği sıkıntıları biraz olsun azaltıyordu, fakat çektiği acılar, gördüğü zulümler sayesinde kendine olan güveni arttı, kendi gücünü ve kararlılığını görmüş oldu.
  Namık Kemal şiir yazmaya çocukken başlamıştır. Encümen-i Şuara'ya ve Divan şairlerine nezireler yazmıştır. Namık Kemal'in eserlerine kattığı yeni kavramlarıyla Türk şiirini Divan şiirinin etkisinden kurtarmıştır. Bu yüzden ona vatan şairi denilmekteydi.
  Beşinci Murat'ın akli sağlığı yerinde değildi. Bu yüzden onu tahttan indirip yerine ikinci Abdülhamit’i tahta çıkarma mecburiyetindeydiler. İkinci Abdülhamit tahta çıkınca Namık Kemal'i Şura-yı Devlet üyesi yaptı. Sonra ise Kemal Kanun-i Esasi'yi yazmıştır. Namık Kemal'in ikinci Abdülhamid'i tahttan indirilmesiyle ilgili bir mısrayı okuduğu için 6 ay hapis cezasına çarptırıldı fakat beraat etti.
1884 te Rumların şikâyeti üzerine "Hristiyanlık - İslam" çatışmasına sebep olduğu gerekçesiyle önce Rodos’a daha sonra da Sakız Adasına nakledildi. Buradayken sağlığı bozuldu ve zatürre hastalığına yakalandı.2 Aralık 1889da Sakız Adasında vefat etti.

Namık Kemal'in

Tiyatro Eserleri:
  • Vatan yahut Slistre
  • Gülnihal
  • Akif Bey
  • Kara Bela
  • Zavallı Çocuk
  • Celaleddin Harzemşah

Romanları:
  • İntibah
  • Cezmi

Tarih Konulu Eserleri:
  • Barika-i Zafer
  • Kanije
  • Devr-i İstila
  • Slistre Muhasarası
  • Osmanlı Taihi Medhali

20 Ağustos 2017 Pazar

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK-Nesrin DURAK


Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selanik’te dünyaya gelmiştir. Babası Ali Rıza Efendi annesi Zübeyde Hanımdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün soyu hem anne hem baba tarafından “evladı fatihan” yani Rumeli’nin Türkleştirilmesi için Anadolu’dan göçürülüp, iskân edilen Türk Boylarındandır.
 Mustafa Kemal Atatürk 6 yaşında iken annesinin ısrarları üzerine mahalle mektebine girmiş kısa süre sonra şöhretli öğretmenlerin Şemsi Efendi'nin yeni metotlarla elif be öğretimi yaptığı, özel okula yazılmış esas öğrenimine burada başlamıştır. Babasının (1886) vefatı üzerine annesi ile Lankaza'da ki çiftliğe, Zübeyde Hanımın kardeşinin yanına taşınan Mustafa Kemal eğitimine 6 ay kadar ara vermiş daha sonrasın da Zübeyde Hanım Selanik’te ki teyzesinin yanına yollayarak eğitim hayatını devam ettirmiş Mustafa Kemal’in Selanik’te Mülkiye Rüştiyesine (ortaokulu) başlamıştır. Burada matematik öğretmeninin Mustafa Kemal’i dövmesi üzerine Mustafa Kemal büyükannesi tarafından okuldan alındı. Çocukluğundan beri askeriyeye hevesi olan Mustafa Kemal asker olmak istiyordu. Nihayetinde annesinden gizli Selanik Askeri Rüştiyesinin sınavlarına girdi ve başarılı oldu. Selanik Askeri Rüştiyesine başladı (1894). Burada çok sevdiği matematik dersinin öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Sabri Bey ona “Kemal” adını vermiştir. Bu okuldan 4. Olarak mezun ölmüştür. Kurmay Subay Hasan Bey’in tavsiyesi üzerine Manastır Askeri iradesine (lise) gitmiştir.
 Lise hayatında Namık Kemal ve Mehmet Emin Yurdakul ile tanışmasını sağlayan Ömer Naci, Mustafa Kemal'in de anlatımıyla ona ulusal benliğinin gururunu tattırmıştır. İstanbul Pangaltı'da ki Harbiye mektebinde yükseköğrenimine devam etmiştir.
Mustafa Kemal 1902'de Erkan-ı Harbiye Mektebine başlamıştır. Mustafa Kemal  Kurmay Yüzbaşı olarak yemini 21 Ekim 1904 Cuma günü etmiştir. 11 Ocak 1905 Çarşamba günü “Erkânıharbiye yüzbaşılığı ile mektepten neşet ederek sunuf-u selase de bölük idare ve kumanda etmek üzere 5'inci Orduya memur buyrulmuştur.” 1907 yılında Kolağası ( Kıdemli yüzbaşı) olan Mustafa Kemal 1909 yılında İstanbul’a giren Hareket Ordusuna Kurmay Başkanlık yaptı. 14 Kasım 1912'de Binbaşılık rütbesini aldı. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atanan Mustafa Kemal 16. 02. 1913’te Sofya'dayken Yarbay oldu. 05.05.1915'te Albaylığa terfi etti. 01.04.1916 Tuğgeneral oldu ve 06.03.1917 de Tümgeneralliğe yükseldi. 
(19 Eylül 1921 TBMM tarafından Mustafa Kemal’e Mareşal ve Gazi ünvanı verildi.)
Türkiye Cumhuriyetinin Kurucu olan Mustafa Kemal Atatürk hayatı boyunca birçok savaşta bulunmuş ve komutanlık etmiştir. Bunlar;
• 31 Mart Vakası
• Arnavutluk İsyanı
• Trablusgarp Savaşı
• Çanakkale Savaşı 
• Doğu (Kafkas) Cephesi 
• Suriye – Filistin Cephesi 
• Kurtuluş Savaşı 
• Büyük Taarruz
Atatürk’ün ifadesiyle “Türk Milleti aleyhine asırlardan bari hazırlanmış ve Sevr Anlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika” olan Lozan Barış Konferansı 24 Temmuz 1923 günü imzalandı. Bu antlaşma ile Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, milli sınırlarımız çiziliyor, ekonomik anlamda kapitülasyonlar kaldırılıyordu. 
13 Ekim 1923'te Ankara Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile Türkiye Devleti'nin hükümet merkezi oldu.
29 Ekim 1923’te TBMM tarafından kabul edilen anayasa değişikliği ile Cumhuriyet ilan oldu. Mustafa Kemal Paşa oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
 Cumhuriyetin ilanı ile gerçekleşen bu büyük siyasi inkılabın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak düzenlenmesi gerekiyordu. Milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi için inkılaplar birbirini takip etmeye başladı. Toplamına Atatürk İnkılapları dediğimiz inkılaplar şu şekilde;
• Siyasal Alanda Yapılanlar 
          Cumhuriyetin İlanı
          Halifeliğin Kaldırılması
• Eğitim ve Kültür Alanında Yapılanlar
          Tebhid-i Tedrisat Kanunu 
           Yeni Türk Harflerinin Kabulü 
           Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının Kurulması
           Güzel Sanatlar Alanındaki Yenilikler
• Hukuk Alanında Yapılanlar 
           1921 ve 1924 Anayasaları
            Türk Medeni Kanunu
• Toplumsal Alanda Yapılanlar 
          Kadın Hakları 
          Şapka ve Kıyafet İnkılabı
          Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması 
          Soyadı Kanunu 
          Uluslararası Saat, Takvim, Rakam ve Ölçü Birimlerinin kabul edilmesi 
• Ekonomi Alanında Yapılanlar
       Türkiye İktisat Kongresi
       Tarımın Teşvik Edilmesi
       Sanayi Alanında Gelişmeler 
       Dış Ticaret ve Para Politikası

İlkeleri: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, İnkılapçılık

Ayrıca Atatürk’ün bu süre zarfında yazmış olduğu kitaplar 
1) Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerinin Sureti Tahririne Dair Nesagih 
2) Takımın Muharebe Talimi
3) Cumali Ordugâhı- Süvari: Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları
4) Tabiye ve Tatbikat Seyahati
5) Bölüğün Muharebe Talimi
6) Zabıt ve Kumandan ile Hasbihal
7) Nutuk
8) Vatandaş için Medeni Bilgiler 
9) Geometri 
Bütün hayatı mücadele için geçen Atatürk’ün 1937 sonlarına doğru sağlığı bozulmaya başladı. Kendisinde mevcut olan karaciğer yetmezliği Ocak 1938 de daha da belirginleşti. Büyük önder son günlerini İstanbul’da şürekâmı doktorların gözetimi altında geçirdi. 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayında hayata gözlerini yumdu.


19 Ağustos 2017 Cumartesi

TÜRK ÇOCUĞU- Aykız Gülşen SAKA

"Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır..." 
                                Gazi Mustafa Kemal 
                                           Atatürk 

Ben kelimelere can verirken belki de sen Doğu Türkistan'da, Kerkük' de, Bayırbucak'da can veriyorsun...
Masum bir yanım kaldıysa şayet kabul et bu satırları, kalabilen en masum yanımla yazıyorum. Kimi yerde 'bala' ydı adın kimi yerde 'uşak' kimi zaman 'anasının kuzusu' oldun kimi zaman 'babasının paşası'. Üstüne yemin ettiğimiz bir diğer kıymetlimizdin sen...
Selanik sokaklarında Mustafa Kemal'din,
At üstünde yalın kılıç Enver'din
Türkistan'ı sırtlayan Osman Batur'dun...
Toros dağlarında duman tüten bir Yörük çadırında cefakâr anacığının söylediği bir ninniydin belki de... 
Turan ülkesinde uyanılacak sabahların müjdeleyicisiydin...
Sahi gelecekteki ülkü dolu yılların sahibi değil miydin sen?
Tanrı kut Metehan değil miydin bir zamanlar...
Küçüktün; lakin Dünya’yı dize getirecek bir kudret vardı sen de çünkü Türk çocuğuydun...
Düşmanların daha bu yaşta bile çoktu amma damarlarından akan asil kan ile hepsini devirebileceğini anladın.
Mazlum oldun kimi zaman kimi zaman ise 'beklenen'.
Kırım'lı bir ailenin son umuduydun belki de hürriyet ateşini yakacak...
Gün gelecek tabutluklar da ATSIZ olacaktın, bir çığır açıp TÜRKEŞ olacaktın "Evlatlarım"  deyip kucaklayacaktın milyonlarca Türk evladını...
Okuyup büyük adam olacaktın Cihan'ı karşına alacaktın.
Yetişip Katun olacaktın senin gibi soylu nice bala'lar yetiştirecektin.
Memleketin her köşesi bir fiil işgal edilecekti sen koşacaktın en önde...
Çakıroğlu'ydun sen tek başına kalsan da 
Mücadeleden asla vazgeçmeyecektin
Çünkü mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli buydu.
Belki de memleketin binlerce isimsiz kahramanından biri olacaktın.
Vatan uğruna yâr dan da serden de geçecektin...
Şimdi ben bu satırları yazarken sen bir yerlerde yaşıyorsun ve benim gelecekteki tek umudumsun...


OCAK ADABI


Ülkü ocakları ilk günden bu yana Türk Gençliği için elinden geleni yapmış, yüce Türk Milleti'ni her konuda en üstün seviyeye çıkarmayı hedeflemiştir.
Teşkilattaki gençler ocakta aldığı terbiye, ahlak eğitim ile dışarda her zaman örnek gösterilen kişiler olmuşlardır. Türk genci her şeyi en iyi şekilde adabına uygun yapmaya çalışmalıdır. Her şeyin bir adabı olduğu gibi, Ülkü ocaklarının da bir adabı yordamı vardır.

BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ
Ocağa giden bir kişi ne olursa olsun Başbuğumuzun hayatını, fikirlerini hedeflerini, düşüncelerini öğrenmek zorundadır. Alparslan Türkeş Türk Gençleri için çok büyük çabalar sarf etmiş, Türk Milleti'nin refahı için çok çileler çekmiştir. Bu yüzden her şey onu anlamakla başlar.

SAYGI VE SEVGİ 
Nerede olursak olalım, nerde yaşarsak yaşayalım, bulunduğumuz yerde saygı ve sevgi olmazsa orası huzurlu başarılı bir ortam olamaz.
Ülkü ocakları içerisinde saygı ve sevgi çok önemlidir. Hiyerarşik sistem unutulmamalı, reislere başkanlara saygısızlık edilmemelidir. Bir kişi teşkilata girdiyse bunun sorumluluğunu en iyi şekilde üstlenmelidir. Ocak içerisinde ayak ayaküstüne kesinlikle atılmamalı yüksek sesle kahkaha atarak gülünmemelidir. Saygısızlık edecek davranışlardan kaçınılmalıdır.
Saygı olursa sevgi olur. Ülkü Ocakları'nın her bir ferdi diğer ferdiyle kardeştir. Herkesten önce birbirimize sahip çıkmalı beraberliğimizi daim etmeliyiz.

HİYERARŞİ
Hiyerarşi: astlık, üstlük düzeni.
Herhangi bir teşkilatta hiyerarşik sistem çöktüyse o teşkilattan herhangi bir başarı ve birlik bekleyemeyiz.
Emir demiri keser sözüyle, reis bir şey emrettiği zaman  en kısa sürede yerine getirilmesi gerekir. Başkanın, reisin yaşının herhangi bir önemi yoktur. Her insan her insanı sevmek zorunda değildir. Fakat bu itaat etmemek, saygısızlık edip sisteme karşı çıkmak için kesinlikle bir sebep değildir.
Düzen budur. Bir ortamda reis oturmadan oturulmamalı, kalkmadan kalkılmamalıdır.
İl başkanı seminer verirken, başkan yardımcısı odaya girerse ayağa kalkılmaz tersi olursa ayağa kalkılmalıdır.
Tebaalar reislerine ve başkanlarına her zaman saygılı davranmalı aynı ortamda bulunurken en ufak yanlıştan kaçınılmalıdır. Sisteme uygun davranılmalı hataların cezası olduğunun bilinmesi gerekir.

SEMINERLER.
Ülkücü insan, hedefi olan ve bir gaye uğrunda çabalayan insandır.
Ülkücü insan bilinçli, bilgili insandır.
Hiç bir şey hakkında bilgi sahibi olmayan, en önemlisi baş koyduğu dava hakkında bilgisi olmayan insan kendisine ülkücüyüm diyemez.
Ülkü Ocakları kurulduğundan beri teşkilattaki gençleri bilinçlendirmek için seminerler vermektedir.
Her bir seminerde ayrı bir bilgi, ayrı bir konu..
Elimizden geldiğince seminerlere katılmalı, reislerimizi başkanlarımızı dikkatlice dinlemeli, konulara ayrıca çalışmalıyız. Çünkü bize karşı olan insanlar her zaman tartışma açıp bilgi üstünlüğü yaratma derdindeler. Biz ne kadar çalışırsak onları o kadar mat ederiz.

İSLAM DAVASI
Ülkücü insan hiç bir zaman her şeyin Allah rızası için olduğunu unutmamalı, 
TÜRK-İSLAM DAVASI'nı en iyi şekilde sırtlamalıdır.
"Alparslan Türkeş'in dediği gibi 
Türklük bedenimiz İslamiyet ruhumuzdur, ruhsuz beden ceset gibidir"


Allah yar ve yardımcımız olsun.

TÜRKÇÜLÜK SEVDASIYLA GEÇEN BİR ÖMÜR: HÜSEYİN NİHAL ATSIZ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA-Sümeyye DUMAN



Gönülleri birleşenler! Selam sizlere!
Uzaklarda dertleşenler! Selam sizlere!


‘’Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.’’ der Atsız Ata.

Sert üslubu ve yazdıkları ile gençleri harekete geçirip bir döneme damgasını vurmuştur. Onun Türk’e ve Türkçülüğe olan sevdası konuşması ve yazılarına da yansımış bu sebeple çoğu kesimin düşmanlığını kazanmasına yol açmıştır. Çile ve fedakârlıkla geçen ömründe asla duruşundan taviz vermemiştir ve her zaman bir bozkurt gibi başı dik olmuştur. Atsız Türk-İslam ülküsünden uzak sadece Türk soyunu kapsayan bir birliği düşlemiştir. Bütün yaşamı boyunca, büyük Türk Kahramanı Kürşad ile Tanrı Dağı’nda buluşacağı günün özlemiyle yaşamıştır. Türk Dünyası’na, Turan’a ve Türk’e büyük önem vermiş ve gençlerin bilinçlenmesi için büyük çaba sarf etmiştir. Hatta vasiyetinde dahi oğlu Yağmur’a: ‘’İyi bir Türk ol! , düşmanlarını iyi tanı!’’ diyerek öğütlerde bulunmuştur.
Atsız’ın yaşadığı dönem, İtalyan faşizmine sempati duyulan; Alman nazizmine övgüler yazılan, Rus komünizmine kur yapılan bir dönemdir. En küçük bir farklılığın insanları ayırmaya yeteceği ve çok “uç düşüncelerin” yaşandığı bir ortamda Atsız, Türk ulusunun ancak özüne dönmeyi başarabilirse dirliğe erebileceğini düşünmüştür.
Daha 7-8 yaşlarındayken babasının görevli olarak bulunduğu Süveyş sokaklarında İtalyan çocuklarla kavgalara tutmuş, Fransız İlkokulu’nda Rum çocuklar kendisine düşmanca tutumlarla yaklaşmışlardır. Geçen her gün, içindeki Türklük sevdası artmış ve Atsız’ın düşünce dünyasındaki arayışı, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’i bulmasıyla sona ermiştir.
12 Ocak 1905’te İstanbul Kadıköy’de doğan Atsız, baba tarafından Gümüşhane’ye bağlı Torul kazasının Midi köyündeki Çiftçioğulları ailesine, anne tarafından ise Trabzon’un Kadıoğulları ailesine mensuptur. Atsız’ın bir kardeşi yine bir eğitimci ve yazar olan Ahmet Nejdet Sançar, diğer kardeşi ise Fatma Nezihe Çiftçioğlu’dur.
Atsız Soyadının öyküsünü şöyle anlatır:
Asıl soyadımız “Çiftçioğlu”dur. Kökümüz ise Gümüşhane vilayetinin Dorul Kazasının Midi köyüdür. Şimdi 8 evli bir köy olan Midi’de artık Çiftçioğlu hanedanından kimse kalmamıştır. Bir takımı Yozgat vilayetinin köylerine göçmüş, daha talihsiz olan bir bölümü, yani bizim ailemiz de İstanbul’a yerleşmiştir. Bize ırkçılık köydeki atalarımızdan kalmadır. Çünkü Çiftçioğullarının tarihi, oturdukları yerin yakınındaki Rum manastırının tahribi ile başlar. Bu “Çiftçioğlu” soyadı tabii ki nüfus kâğıtlarımızda yazılı değildi. Çünkü eskiden soyadları yazılmaz, dini ve mezhebi yazılırdı. Soyadı kanunu çıktığı zaman ben ve babam ayrı ayrı yerlerde idik. Nejdet Sançar ise askerliğini yapıyordu. Soyadı kanununun metni gündelik gazetelerde çıkmamıştı. Sözde özetleri yayınlanmış ve bunlar da bermutad yanlış olmuştu. Mesela “oğlu” ile biten soyadları alınmayacak diye yazılmıştı. Tarihi soyadları da alınmayacaktı.
Ben yazılarıma eskiden beri “Atsız” imzasını attığım için soyadı olarak bunu seçtim. Son günü müracaat etmiştim. Memur:
– “Atsız’ı soyadı olarak alamazsınız” diye kestirip attı.
– “Neden?”
– “Tarihi isimdir!”
Bilgin bir memura çatmıştık. Ne yapmalıydım? Ondan daha bilgin olduğumu ispat etmeliydim. Ettim de:
– “Tarihi olan, “d” ile yazılan Adsız’dır. Benimki “t” ile yazılıyor!”
Benim bu bilgiçliğim karşısında memur habtoldu ve:
– “Ha!… O zaman olur” diye cevap verdi.
İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da tamamlamıştır.1922 yılında Askeri Tıbbiye ’ye girmiş, Arap asıllı bir teğmenin istediği selamı vermediği için, 4 Mart 1925 tarihinde Askerî Tıbbiye ‘den çıkarılmıştır. Bundan sonra 3 ay kadar Kabataş Lisesinde yardımcı öğretmenlik yapmış, daha sonra bir gemi de kâtip yardımcılığında bulunmuştur.1926 yılında Edebiyat Fakültesi’ne ve üniversitenin yatılı kısmı Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydolmuş, fakat 1 ay sonra askere çağırılır. Bundan sonra tekrar Yüksek Muallim Mektebi'ndeki talebelik hayatına dönen Atsız, Ahmet Naci isimli arkadaşı ile birlikte hazırladığı ve Türkiyat Mecmuasında yayımlanan "Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri" adlı makale ile hocası Fuat Köprülü'nün dikkatini çeker. Çok genç yaşta yazmaya başlayan ve Mahmut Kemal İnal’ın “atlıyı atından indirecek kişi” olarak tanımlamıştır. 1930 yılında mezun olur ve hocası Fuat Köprülü’ye asistan olur. 1931 yılında felsefe bölümünde okuyan Mehpare Hanım ile evlenmiş; fakat 1935’te ayrılmıştır. Bu dönemden sonra aylık yayımlanan “Atsız Mecmua”yı çıkarmaya başlamıştır. Çıkardığı dergilerin çoğu, bir süre sonra mahkeme kararları ile kapatılmıştır. Atsız, bir dönem Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Reşit Galib’in Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ı ağır bir dille eleştirmesi üzerine, aralarında Pertev Naili Boratav’ın da bulunduğu sekiz arkadaşıyla birlikte “Zeki Velidi’nin öğrencisi olmakta iftihar ederiz.” diyen bir protesto telgrafı çekmiştir.
Bu telgraftan sonra Reşit Galib, Atsız’ı mimlemiş ve onu üniversiteden uzaklaştırmak için fırsat gözetmiştir. Nihayet Atsız’ın bir makalesi ile bu fırsatı yakalamış ve 13 Mart 1933 tarihinde onu görevden uzaklaştırmıştır. Asistanlığına son verilen Atsız, aynı yılın Mart ayında Malatya Ortaokulu’na Türkçe Öğretmeni, Temmuz ayında da Edirne Lisesi’ne edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir.
“Atsız Mecmua”nın devamı niteliğinde olan “Orhun” dergisini çıkarmaya başlamıştır. Bu dergide, o dönemde liselerde ders kitabı olarak okutulan tarih kitaplarındaki yanlışlıkları dile getirmesi üzerine 1933’te bakanlık emrine alınmış, Orhun dergisi de kapatılmıştır. Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır. 1936 yılında ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenmiş ve bu evlilikten Yağmur (1939) ve Buğra (1946) adlı iki çocuğu olmuştur. Kasımpaşa’daki Türkçe öğretmenliği görevinden alınan Atsız, daha sonra Özel Yüce-Ülkü Lisesi’nde ve Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Bu dönemde Orhun dergisini yeniden çıkarmaya başlamıştır. Ülkede yayılan “komünist” dalganın verdiği rahatsızlıkla, dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na iki tane açık mektup yazmış ve özellikle Milli Eğitim’e sızan Marksist düşünceleri dile getirmiştir ve devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i istifaya çağırmıştır. Bunun üzerine ‘’Orhun’’ yeniden Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmış, vatan haini tavsif ettiği Sabahattin Ali kışkırtılarak Atsız aleyhine dava açmaya zorlanmıştır.
Atsız kendisine verilen cezanın tecil edilmesine rağmen 1944’te tutuklanmış ve İnönü’nün 19 Mayıs 1944 nutkunda Atsız ve arkadaşlarını itham etmesi üzerine aralarında Alparslan Türkeş, Orhan Şaik Gökyay, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan ve Osman Yüksel Serdengeçti gibi büyük şahsiyetlerin de bulunduğu 34 arkadaşı ile İstanbul Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmaya başlamıştır. Irkçılık-Turancılık davası adı verilen bu mahkeme 65 oturum devam etmiş,29 Mart 1945’te sona ermiş ve Atsız’a verilen 6,5 yıllık mahkûmiyet kararı Askeri Yargıtay tarafından esastan bozulmuştur. Bu arada 1,5 yıl kadar tutuklu kalan Atsız, 23 Ekim 1945’te serbest bırakılmıştır. Davaların sürdüğü bu süreç içerisinde, Atsız çok kötü koşullarda yargılanmış, “tabutluk” adı verilen küçücük bölmelere bırakılmış, akreplerin yaşadığı dar yerlerde aç susuz bırakılmıştır.
Bir dönem kendisine iş verilmeyen Atsız, sınıf arkadaşı Tahsin Banguoğlu’nun Milli Eğitim Bakanı olmasıyla birlikte 1949’da Süleymaniye Kütüphanesi’nde göreve başlamıştır. İş bulamadığı dönemde, ekonomik anlamda çok büyük sıkıntılar çekmiştir. Bu nedenle, çok sevdiği kitaplarının bir kısmını satmak zorunda kalmıştır. Kütüphane’ de bir süre çalıştıktan sonra, 1950’de Haydarpaşa Lisesi’ne atandı daha sonra 1952’de Ankara Atatürk Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Burada verdiği bir konferanstan sonra Cumhuriyet Gazetesi’nin yaptığı yalan yayın üzerine davalık olmuş; fakat mahkeme konuşmanın bilimsel olduğu kararına varmıştır. Bu karar üzerine Atsız, yeniden Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevine gönderilmiştir. 1953 yılından 1969 yılına kadar Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalışan Atsız’ın en uzun memuriyeti bu dönem olmuştur. 1962’de “Türkçüler Derneği” ni kurmuş ve ölümüne kadar Ötüken dergisini çıkarmıştır.
1967’de dergide çıkan bir dizi makalesinde kürtçü komünistlerin gizli faaliyetlerini açıklaması üzerine, iki kürt milletvekili kendisini mahkemeye vermiştir. Yargıtay'ın kararı bozmasına rağmen, oy çokluğu ile on beş ay hapse mahkûm edilmiştir. Milliyetçi aydın çevrelerin harekete geçmesi ve yağan protesto telgrafları üzerine Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından affedilmiştir. 2,5 ay kadar cezaevinde kalan Atsız, 10 Aralık 1975’te kalp krizi geçirmiş, fakat doktor onun kalp hastası olduğunu anlayamamıştır. Ölmeden önce ‘’Yalnız Adam’’ ı ve Bozkurtların 3.cildini yazacağını söylemiş fakat buna ömrü yetmemiştir. 11 Aralık 1975’te geçirdiği ikinci kalp krizi, Atsız’ı aramızdan alıp götürmüştür.

Vaktiyle bir Atsız varmış derlerse ne hoş,
Anılmakla hangi bir ruh olmaz ki sarhoş?
Haydi, artık dinsin bütün ıstırapların,
Ufuklardan şanlı bir gün doğacak yarın.
Güzellikle sıcaklıkla ve ihtişamla…
Kumandasız hazır olup onu selamla!
Gönlündeki yaraların kanını dindir…
       Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir…

NİHAD SAMİ BANARLI-Aybüke TOSKA

Nihad Sami Banarlı için, sadece bir edebiyat araştırmacısı ve tarihçisi demek yeterli değildir. Roman, şiir, tiyatro, hikâye, makale, fıkra ve deneme türleriyle de yakından ilgilenmiş; bu alanlarda övülmeye değer eserler ortaya koymuştur. Fakat zamanını daha çok edebiyat tarihçiliğine ayırmıştır. Onun için de bu unvanla takdir edilmektedir. Nihad Sami Banarlı edebiyat tarihçisi, şair ve edebiyat öğretmenidir.
Nihat Sami, Trabzon kökenli bir ailenin oğludur. Trabzon`un Alemdarzâdeler soyuna mensuptur. Dedesi, Fatih Sultan Mehmet`in bayraktarlığını yaptığı için bu sıfatla anılmışlardır. Dedesi Hilmi Efendi, İstanbul`da kurulan ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan`ında Trabzon mebusu olarak vazife görmüştür. Kendisi aynı zamanda Müretteb Divanı olan bir şairdir. Banarlı`nın babası İlyas Sami Bey de bir vatan şairidir. Yani Nihat Sami, şair kökenli bir aileden gelmektedir. Zaten kendisi de lise yıllarında hece ve arûzla şiirler yazmıştır. Fakat şairliğini ileri götürememiştir. Daha doğrusu edebiyat tarihi ve diğer türlerle ilgilendiği için, şiire yeterli zaman ayıramamıştır. 

1907'de İstanbul'da doğan Nihat Sami, "Somyarkın" olan soyadını Banarlı olarak değiştirdi. Ayrıca Emin Bayraktaroğlu imzasını da kullandı. Babası Mutasarrıf İlyas Sami Bey ile annesi Hafize Nadire Hanım'dır. Vefa Sultanisi Orta Kısmı'nı (1924), İstiklal Lisesi'ni bitirdi (1927). Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi oldu. Ardından İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (1930). Aynı yıl Edime Lisesi'nde göreve başladı. Sonra Kabataş Lisesi ve 1943'te Galatasaray Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. 1946'da İstanbul Erkek Öğretmen Okulu'na atandı. Özel Işık ve Şişli Terakki liselerinde ders verdi. 1947'de İstanbul Eğitim Enstitüsü yanı sıra 1950'de İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nda çalıştı. 1959-1962 arası İslami Türk edebiyatı dersleri verdi. 1957'de Yüksek Öğretmen Okulu müdürlüğüne getirildi. 1969'da kendi isteğiyle emekli oldu.
Edebiyata ortaokul öğrenciliği yıllarında heceyle ve aruzla yazdığı şiirlerle ilgi duydu. Oyun ve öykü denemeleri yaptı. Kızıl Çağlayan ve Yuvanın Şarkısı adlı manzum piyesleri MEB'in açtığı yarışmayı kazandı, bakanlık yayınlan arasında kitaplaştı (1933). Ayrıca Kızıl Çağlayan (Bu Vatan Bizimdir adıyla, yön. N. Saydam, 1958) film yapıldı. İlk yazıları Edirne Halkevi' nin çıkardığı Altıok dergisiyle görev yaptığı lise ve öğretmen okullarındaki dergilerde basıldı. İstanbul'da Orhun, Ötüken, Atsız'da yazdı. 1940 sonrası Sedat Simavi'nin Yedigün dergisinde edebiyat sayfasını yönetti. Hürriyet'te "Edebi Sohbetler" başlığında yazılar yayımladı (1948). Liseler için hazırladığı edebiyat ders kitaplarıyla tanındı. Meydan dergisinde edebiyat söyleşileri yazdı: Yahya Kemal Enstitüsü kurucularından olan Baharlı, şairin eserlerini on üç kitapta bir araya getirdi.
MEB "1000 Temel Eser" ve "Çağdaş Türk Yazarları" komisyonlarında üye ve başkan olarak bulundu.

Nihat Sami Banarlı'nın Eserleri

Araştırma-İnceleme:
  • Yahya Kemal Yaşarken (1959)
  • Yahya Kemal'in Hatıraları (1960)
  • Türkçe'nin Sırları (1940)
  • Şiir ve Edebiyat Sohbetleri (3 cilt, 1951-1954)
  • Resimli Türk Edebiyatı Tarihi (2 cilt, 1948-1975-1979)
  • Dasitan'i Tevarih'i Müluk'i Ali Osman ve Cemşid ve Hurşid Mesnevisi(Ahmedi) (1933)
  • Namık Kemal ve Türk Osmanlı Milliyetçiliği
  • Büyük Nazireler Mevlid ve Mevlid'de Milli Çizgiler
  • Edebi Bilgiler (1940)
  • Metinlerle Edebi Bilgiler (3 cilt, 1955-1960)
  • Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı (Lise I-II-III, 1960)
  • Başlangıçtan Tanzimata Kadar Türk Edebiyatı Tarihi
  • Fatih'in Zafer Sırları
  • Bir Dağdan Bir Dağa (1984)
  • Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri (1984)
  • Kültür Köprüsü (1985)
  • İstanbul'a Dair (1986).

Tiyatro:
  •  Kızılçağlayan (manzum piyes,1933)
  • Bir Yuvanın Şarkısı (manzum piyes, 1933)
Roman:
  •   Bir Güzelliğin Romanı (Hürriyet gazetesinde tefrika)

SAMİHA AYVERDİ-

"Tükenmez borcum var bu âlem halkına verdikçe daha ver daha ver diyorlar.
Sorarsan borcumu şu cihan halkına yavuzu yahşiyi sevmektir diyorlar.”





25 Kasım 1905 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Fatma Meliha Hanım, babası Yarbay İsmail Hakkı Bey’dir.
Soyu anne tarafından  Kanuni zamanında yaşamış ve Budin seferinde şehit düşmüş Gül Baba'ya, Baba tarafından Orta Asya'dan Anadolu'ya geçmiş  Ramazanoğullarına kadar uzanmaktadır.
Çocukluğu kışları Şehzadebaşı semtindeki evlerinde ve annesinin amcası olan dönemin maliye nazırı İbrahim Efendi'nin köşklerinde geçti. Eğitimine 5 yaşında iken mahalle mektebine giderek başladı. Daha sonra 1921 yılında Süleymaniye Kız Numune Mektebini bitirdi. Sonraki eğitimleri ise ilk çocukluk devrinde  olduğu gibi, resmi müesseseler dışında gerçekleşmiş, tarih, tasavvuf, felsefe ve edebiyat alanlarında hususi öğrenim görmüş, Fransızca dersleri almış, güzel sanatlarla ilgilenmiş ve keman çalmayı öğrenmiştir.
Fakat Samiha Ayverdi'nin asıl ruhi ve fikri gelişmesi Fatihte ki Kenan Dergâhının Şeyhi Kenan Rif'ai'ye intisapları (manen bağlanma, kapılma)neticesinde onun irşadlarıyla (doğru yolu gösterme) olmuştur.
Samiha Ayverdi'nin bu dergâhtaki eğitimi 18 Mart 1927 yılında gerçekleşti. Kalan bütün ömrünü bu terbiye içerisinde teşekkül eden bir anlayış çerçevesinde okumak, düşünmek ve yazmakla geçirdi.
Samiha Ayverdi, ilk eserlerini 1938 yılından itibaren vermeye başladı. İlk romanı Aşk Budur'u yayınladı. Daha sonra mecmuada yazı yazmaya başladı.
İlk yazıları Necip Fazıl Kısakürek'in çıkardığı Büyük Doğu Mecmuası'nda yayınlandı. Kubbealtı Akademisi'nin kurucu üyesidir. Ayrıca İstanbul Fatih Cemiyeti, İstanbul ve Yahya Kemal Enstitülerin de Faal üyeliklerde bulunmuştur. Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul şubesinin kurucu üyeliğini yapmıştır.
Ayverdi'nin devrindeki diğer yazarlardan ayrılan çok önemli bir tarafı vardır
O da özellikle ilk sekiz kitabının ana konusu olan, diğer kitaplarında da dünya görüşü ve hayat algılayışı olarak ortaya çıkan tasavvuf düşüncesidir. 
1940'larda Edebiyat Âlemi Dergisi'nde kendisiyle yapılan bir röportajda;

"Şimdi neler okuyorsunuz?" sorusuna 
"Yine Mesnevi..ve Divan-ı Kebir.. Ve her şey..''  diye cevap verir.

Ayverdi kültür hayatımıza sadece kitaplarıyla değil yaptıklarıyla da hizmet etmiştir.
Mevlana ve Yunus Emre gibi evrensel nitelikte iki insanı genç nesillerin tanıması ve anlaması yolunda ilk adımları atan kişi olmuştur.
Konya'da Şeb-i Aruz Merasimleri yani Mevlana'yı anma törenleri ilk  defa 1954 de Samiha Ayverdi'nin öncülüğünde başlatılmıştır. Yeni Doğuş Cemiyeti isimli bir derneğin kuruluşuna öncülük etmiştir.
Bu dernek halk âşıklarına ulaşarak derlemeler yapmış, kasetler hazırlatmış böylece Yunus Emre'nin şiirleri ve ilahileri yayımlanmıştır.
Pek çok tefekkür, ilim ve sanat ehli sadece eser vermekle görevlerinin bittiğine inanırlar. Fildişi kulelerinden cemiyetin içerisine inen, insanlarla muhatap olan tefekkür ehli örnekleri bizde çok azdır.
Samiha Ayverdi, bütün eserlerinin ana konusu olan meseleleri sadece yazmakla yetinmemiş bunların insana ve hayata katılması için cemiyet faaliyetlerine girmiştir. Etrafında bir topluluk oluşturmuş bu insanların yetişmeleri için gayret göstermiş, onlarla birlikte bir mektep, bir aile ocağı kurmuştur.
İşte onun annelik vasfı bu noktada ortaya çıkar. O "Samiha Anne" olarak seven, şefkat gösteren fedakâr bir insan  olmuştur. 

Niyazi Genç Osmanoğlu yazarı şu mısralarla anlatır.
“Bir anne ki muhterem anneler âleminden
Elli yıl nesilleri emzirdi kaleminden
’’.

Ayrıca kendisine pek çok da ödül verilmiştir.
1988'de "Hey Gidi Günler Hey" adlı hatıra kitabına Türkiye Yazarlar Birliği tarafından verilen "Yılın Dil Ödülü"

1990 senesinde Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu'nun verdiği "Üstün Hizmet Şükran Beratı"

1992 de Türkiye İlim ve Sanat Eserleri Sahipler Birliği tarafından verilen "Üstün Hizmet Ödülü" bunlardan bazılarıdır.

Samiha Ayverdi,1993 yılının 22 Mart'ında Fatih'te yaşadığı evinde vefat etmiştir. Kabri Merkez Efendi Kabristanı'ndadır.

ESERLERİ

Roman:
  • Aşk budur (1938)
  • Batmayan Gün  (1939)
  • Ateş Ağacı (1941)
  • Yaşayan Ölü (1942)
  • İnsan ve Şeytan (1942)
  • Son Menzil (1943)
  • Yolcu Nereye Gidiyorsun (1944)
  • Mesih Paşa İmamı (1948) 

Hikâye:
  •    Mabedde Bir Gece (1940) 

Mensur Şiir:
  •     Yusufçuk (1946)
  •      Hancı (1988)
  •      Dile Gelen Taş(1999)

Hatırat:
·         İbrahim Efendi Konağı (1964)
·         Bir Dünyadan Bir Dünyaya (1974)
·         Hatıralarla Başbaşa (1977)
·         Rahmet Kapısı (1985)
·         Hey Gidi Günler Hey
·         Küplücedeki Köşk (1989)
·         Ah Tuna Vah Tuna (1996)
·         Ne İdik Ne Olduk (1985)
·         Bağ Bozumu (1987)
·         Ratibe (2002)
·         Ezeli Dostlar (2003)
·         İki Âşinâ (2003)
 Kültür medeniyet ve tarih:
·         Boğaziçinde Tarih (1966)
·         Türk Tarihinde Osmanlı Asırları (1975)
·         Türkiye’nin Ermeni Meselesi (1976)
·         Türk-Rus Münasebetleri ve Muharebeleri (1970)

Biyografi:
·         Kenan Rifai ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık (1951)
·         Edebî ve Manevî Dünyası İçinde Fatih (1953)
 Otobiyografi:
·         Dost (1980)
 Seyahat:
·         Yeryüzünde Birkaç Adım (1984)
 Portre:
·         Âbide Şahsiyetler (1976)
 Deneme:
·         İstanbul Geceleri (1952)
·         Kölelikten Efendiliğe (1978)
 Makale:
·         Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız (1976)
·         Ne İdik Ne Olduk (2002)
·         Rahmet Kapısı (1985)
 Mektup:
·         Misyonerlik Karşısında Türkiye (1969)
·         Mektuplardan Gelen Ses (1985)

TÜRKİYE'DE ÇOCUK İSTİSMARI VE PEDOFİLİ-Aykız Gülşen SAKA

           Çocuk istismarı, çocuklarda ciddi morbidite ve mortaliteye neden olan sosyal ve medikal bir problemdir. Tanım olarak; çocu...