19 Şubat 2017 Pazar

- EGE'NİN YİĞİDİNE - Esma YAKUT





Ah Reis,

Alparslan Türkeş'in askerleriyiz derken neyi kastettiğimizi bir kez daha gösterdin tüm Dünya'ya Dosta güven,Düşmana korku veren bir yiğitlikle...

Sana ocak'ta mal,mülk,yatlar,katlar,mevkiler teklif edilmedi.Davamız Vatan,yolumuz Turan dendi.Velhasıl senin için önemli olan tek şeyde buydu.'Vatan' Sen ve senin gibi yiğitler bu ülkeye gönül verdiniz.Baş koydunuz.Vatan,Millet,Bayrak için dediniz.

Her şey'den önce,canından bile önce Vatanını düşündün bu yüzden'dir ki hainlerin hedefi oldun.

Ne mutlu sana Reis,şehitler kervanına sende girdin . Sen bu davaya öyle gönül vermişsin öyle samimi olmuşsun ki 20 şubat 2015'den beri Fırat dendiğinde yürekler yanar,sayısız hatimler,dualar ruhuna hediye edilir.Rabbim seni kendi katında da şehit kabul eylesin...

Ne mutlu sana Reis,Davana olan sadakatin,bu davaya gönül vermişlere rehber oldu.Kürşad misali,belki o gün Kürşad ve çerileri vey ırmağında şehit edildi ama Tarih Kürşad ve çerilerinin yiğitliğini yazdı.Yine aynı aynı Tarih FIRAT YILMAZ ÇAKIROLUNUDA yazacak.Yiğitliğini yazacak...

Rahat uyu Reis,Davan Davamız.Bir ölür bin diriliriz diyerek bu kutlu Sancağı dalgalandırmaya devam edeceğiz.VAR OLSUN CAN VERDİĞİN,ÖMÜR VERDİĞİN KUTLU DAVA...
                                                                      

- EGE'NİN YİĞİDİNE - Özge KAYA




Gidişin daha dün gibi Reis, dün gibi aklımda hepsi. Nasıl unutulur böylesi kahpelik, nasıl unutulur böylesi ihmalkarlık, nasıl unutulur böylesi kansızlık, vatansızlık...

Ha unutmak derken unutacağızımdan değil elbet insan ağabeyini unutur mu hiç? Günden güne artıyor kinimiz . Hep diri tutuyoruz, avazımız çıktığınca haykırıyoruz adını dağa taşa. Fırat Reis diyoruz, Fırat Reis Vatan uğruna verdi canını, Fırat Reis bayrak uğruna akıttı kıpkızıl kanını ve o kan ay yıldızlı al bayrağımıza karışıp semalardan bizi izliyor, biliyoruz.

Bakma böyle sakın yazdığıma Reis, edebim bastırıyor dile gelemeyen fakat içimden arşı titreten cümlelerimi. Ama and olsun Reis! Alınacak o hainlerden öcün! Kesilecek tüm kahpelerin hesabı ! Teker teker geberecek o leş kargaları ! Senin gözün arkada kalmasın Reis biz ne seni, ne davamızı, ne davaya ihanet edenleri, ne de o soysuzları unutmayacağız.

Bizler ki Resûlullah’ın övdüğü Müslüman Türkleriz. Gönlümüzdeki iman aşkı kalbimizdeki Vatan sevdasıyla bunlarında üstesinden geleceğiz evelallah! Nice Fıratlar yetiştireceğiz bu Vatana, hepsi seni bilecek seni diyecek ve hepsi Vatan için gözünü kırpmadan canını verecek, gözü kapalı içecek şehadet şerbetini...

Söz sana ağabey, söz...



- EGE'NİN YİĞİDİNE – Ülkü DEMİRCİ




Reis Fırat'a...
Dünyada bir eksik Cenneti Âlâ'da bir fazlayız artık diye avuttuk kendimizi reis.
Tez gittin uçmağa. 2 yıl oldu. Dile kolay derler ya hani dile de kolay değil artık. Hiç bir ay şubat kadar soğuk olmuyor, gönlümüze işliyor şubatlar gönlümüz titriyor lakin içimiz canımız yanıyor. Tezatlar içinde kayboluyoruz reis. Uçmağa varışından sonra başımız dik elbet dik olmasına lakin gönlümüzde zelzeleler kopuyor, denizler çağlıyor, ruhumuzu Tanrıdağlar

2a vardırıp sana selam etmek istiyoruz turan gülüşümüz ile.Vatanı, bayrağı, dini, ülküsü uğruna al kanlara boyanan yüzü Yusuf gönlü Kürşad, tarih okurken tarih yazan vaktiyle bir Fırat varmış diyeceğiz. Davamızın neferlerine seni anlatacağız. Bu kutlu davaya nice Fıratlar yetiştireceğiz. 
Belki bir şubat ayında ısınmak için bir ateş de biz yakacağız Tanrı Dağlar aydınlanacak senin yanına, Cenneti Âlâ'ya varacağız. Al bayrağa sen gibi kan olacağız...

- EGE'NİN YİĞİDİNE - Hafize MARA




Tarih 20 Şubat 2015 yer İzmir Ege Üniversitesi!



Sakarya'dan yazıyorum, Sakarya'dan anıyorum seni Reis.Her biri tarihe kahpe olaylarla şan, şeref olmuş ağabeylerimden biri olan Ağabeyim!

Ülkücü hareketin son neferi, son nefesi, son damla kanı olan Fırat Reis!

Bir kış günüydü.Yer yine bir üniversite, failler yine bölücü şerefsizler, Yiğit yine bizlerdik!

Maraz ise yine hainlerin Güney Doğu'da dağlarda başlattıkları safsatayı Batı'da üniversitelerde devam ettirmeye çalışmasıydı.Her zaman olduğu gibi birileri gık'ını bile çıkarmazken siz "bizler varız, burdayız" diyordunuz.Her defasında haykırıyordunuz; haklı mücadelemizi Hakk'ın mücadelesini!

"Bu mücadeleyi 20 kişi kalsak da 30 kişi kalsak da bu şerefsizlere vatan hainlerine karşı yürüteceğiz Allah'ın izniyle" diye haykırmıştın.

Derler ya 'tek başına bir ordu' tam da öyleydin Reis.Fakat anlamıyorlardı, vatan ne demek? Dava ne bilmek neyi bilmek?

Körelmiş vicdanları bozuk zihniyetleri de cabasıydı.

Ve acımasızca unutuyorlardı;Ülkücüler de insandı...

Hayallerin vardı, elbette yapacakların.Vatanın, milletin, değerlerin adına.Ve bir sevdiğin vardı, sırf o zarar görmesin diye uzaktan uzağa sevdiğin...

Ve Reis her şeyden mühim senin bir Ülkü'n vardı.Başka bir sevdan, bir sevda ki olanlara rağmen tebessümü borç bildiren.Bölücü şerefsizlerce duvarlara asılan resimlerine bile ' nasıl çıkmışım' diye güldürerek baktıran.Kısacası gözünü yiğitlikle karartıp, gönlünü ülkü ateşiyle dolduran.Ve Reis bizler eylül'ü zaten sevmezdik, şimdilerde şubat'ı da sevemez olduk.Günlere, aylara, mevsimlere düşman olduk.Düşman olmaya mecbur bırakıldık!

Ama unutmadık, yeminimizi kinle içtik, tavrımızı edeple takınıp yarım kalan değil senin bize bıraktığın mücadeleyi devam ettirmeye bir "BOZKURT" çekip de haykırmaya söz verdik!

Ve sen Atsız'ın "Selam sana; Ey yılları heba olan genç" diye övdüğü dizelerinin öznesi,

Nice türkülere şiirlere konu olup biz ülkü neferlerine örnek olan kişi,

Başbuğ'un evladı, Ülkücü Hareketin neferi ve en önemlisi Özlem Anne'nin kınalı kuzusu çokça selam ve de dua sanadır...

Ruhun şad mekanın uçmağ, yolundan gittiğin Ülkü Devleri yoldaşın olsun!

Ege'de bir Fırat Reis varmış var olsun!

- EGE'NİN YİĞİDİNE - Büşra Oduncu (Ortaöğretim Teşkilatı)




Fırat abime...

20 şubat 2015 Cuma günüydü. Hiç unutmam abim hiç unutmam, yüzünü bile görmediğim sesini bile duymadığım birinin bana abi gibi hissettirdiğini.

O gün televizyonlarda sadece 5 dakika göründü yüzün “Ülkücü Şehit Fırat Yılmaz ÇAKIROĞLU” kimse bilmez nasıl yandı içimiz, kor düştü yüreklerimize, intikam ateşi ile yandı gözlerimiz. Seni bıçaklayan o şerefsiz kanı bozuk kaçtı dediler daha çok inat ettik. Özlem annenin yüzü hala gözlerimin önünde dimdik durdu tam istediğin gibi, yıkılmadı, yıkılttırmadık, yanında olduk gönül bağı kurduk anne yerine koyduk. Herkese dimdik ayağa kalkın dedik, kalkın şehidimiz var... Yüzünü ilk defa gördüğüm birine abi demek saçmalık değil “gönül bağıdır” ! Biz sana gönlümüzle bağlandık. Şimdi ne mi yapıyoruz? Senin uğruna canını feda ettiğin bu davayı senin gibi son damla kanımıza kadar taşımaya devam ediyoruz, Reisim, abim ... Ve sana söz Reisim sonunda ölümde olsa taşıyacağız , korkmayacağız, yıkılmayacağız... Yeminimizde de dediğimiz “Mücadelemiz son nefer , son nefes ve son damla kana kadardır .”

Selam söyle Reisim selam söyle... Kaşları çatık BAŞBUĞ’uma, selam söyle Önkuzu’ya acımıyordur inşallah ciğerleri, selam söyle İmamoğluna, selam söyle Halil ve Selçuğa ayrılmasınlar hiç. Selam söyle Kılıçkıran’a sızlamasın kurşun yerleri. Selam söyle şehitlerimize Reisim selam söyle, gözleri arkada kalmasın bu dava Turan’a kadar devam edecek. Bu arada unutmadan Reisim emanetin bize en güzel emanettir. Emanetine sahip çıkıyoruz, çıkacağız...

- EGE'NİN YİĞİDİNE - Fatma Betül YÜKSEL (Ortaöğretim Teşkilatı)



Selâmün aleyküm Reis,

Sana sesleniyorum yakınlardan, yakınlarda diyorum çünkü sen buradasın biliyorum . Göremesem bile kalbimle hissediyorum seni. Hem sen şehitsin, şehitler ölmez reis. Sen de ölmedin buradasın. Vatanın, milletin, bayrağın için can verdiğin yerdesin. Bizleri izliyorsun belki şu an. Senin ve senin gibi vatanı, milleti, davası uğruna can veren şehitlerimiz için dimdik ayaktayız ; yılmadık reis, yılmayacağız da. Bu kutlu dava için, bu yurdu yaşatmak için gerekirse bizler de can vereceğiz. Hepimiz birer Fırat olacağız reis. Arkamızdan gelen nesillerde nice Fırat’lar yetiştireceğiz, senin adını unutmayacağız; unutturmayacağız reis.

Başlarken selam verdim ya . Evet belki duyamıyorum ama aldın selamımı biliyorum reis. Sen duyuyor görüyorsun beni; bu mektubu yazarken titreyen ellerimi. Üzülüyorsun belki. Üzülme reis , mutlu ol. Bil ki titreyen bu ellerim düşmana karşı titremeyecek, pes etmeyecek asla. Sen ve senin gibi övgülerin bile yetmeyeceği yiğitlerimin kanı yerde kalmayacak asla reis. Bin ölür bin diriliriz biz... Biz TÜRK’ÜZ Reis.!

- EGE'NİN YİĞİDİNE - Aybüke TOSKA (Ortaöğretim Teşkilatı)



Selam olsun sana koca yürekli Yiğit!

Reisim, abim içimdekileri kağıda dökemiyorum, kelam edemiyorum. Boğazımda bir yumruk, içimde bir kin haddi hesabi yok. Sen orda yatıyorsun katillerin ayakta, dokunuyor. Adını "ADALET" koydukları bir saray var adalet sadece adında geçiyor. Senin duruşman halen sonuçlanmadı, kanıma dokunuyor. Internette fotoğrafını görüyorum gülüşün, bakışın, duruşun nasıl da mertsin. Bir de videonu koymuşlar üniversite de konuşma yapıyorsun diyorsun ki;

Bu mücadeleyi 20 kişi kalsakta 30 kişi kalsakta teröristlere, vatan hainlerine karşı yürüteceğiz! "

Ben de diyorum ki ; 20 kişi kalsakta 30 kişi kalsakta intikamın alınacak.

Abim göz yaşım içime akıyor her damlada kinim artıyor. Acın yüreğimizi yakıyor. Gönül bağı varya abi o bağ o kadar kuvvetli ki, değil 2 yıl bir ömür dinmez acın. Diğer şehit olan;

Ruhi KILIÇKIRAN, Süleyman ÖZMEN, Yusuf İMAMOĞLU, Arif YILMAZ, Mustafa PEHLİVANOĞLU, Ertuğrul Dursun ÖNKUZU, Cengiz BAKTEMUR, Mustafa TAŞTANGİL...

Bütün şehitlerimize selamımı söyle abim birde de ki; rahat uyusunlar Bir Ölür Bin Diriliriz! Biz hala ayaktayız. Kin yuttuk kan kusturacağız!


14 Şubat 2017 Salı

-14 ŞUBAT mı?- Umay BAYRAKTAR


     

Neden mi?
İnsanın varoluşundan beri , fıtratın yegane tecellisidir gönül mektebine bir isim yazmak. Türk erinin yaratılışından beri atasına ve hatununa bağlılığı adeta destanlaşmıştır. Ya hatunların erleri için yaptığı fedakarlıklar...
Törenin en güzel hasletlere vesile kıldığı bu ilişkiler silsilesi böyle devam ederken tarihsel süreç içinde İslamla şereflenen Türk Milleti'nin bu destansı öyküsü zirveye taşınmıştır. Henüz 25 yaşındaydı Hz. Peygamberimiz. Baba omzuna dayanamadan , anne şefkati göremeden bu yaşına gelmişti. Emin lakaplı bir Mekke delikanlısıydı. Hz. Hatice'nin ticaret kervanlarıyla ilgilenir ve geçimini sağlardı. Hatice Validemiz o yıllarda 40 yaşındaydı. Mekke'nin seçkin ailelerinden birine mensuptu. Genç yaşta eşini kaybetmişti. O da yarensiz , o da omuzsuz , o da sırdaşsızdı. Gönlü Hz. Peygamberimizin aşkı ile yanıyordu. Onu güzel hasletlerinden dolayı benimsemiş , ismini yazmıştı yüreğine... En büyük çekincesi yaş farkıydı ve ne yapabilirim diye düşünüp durdu. Sonunda Hz. Peygamberimize söyledi. Aşkını , muhabbetini ona belirtti. Öyle bir aşktı ki ondaki 'Ya Muhammed ; eğer beni istemez , beni beğenmezsen bana söyle Mekke'nin hangi kızını istersen sana onu alayım yeterki sen mutlu ol.' dedi. Efendimiz bahtiyar bir şekilde rıza gösterdi ve nikah akdi gerçekleştirildi. Hanımına bağlılığı , ona olan nezaketi , anlayışı , yardım severliği parmakla gösterilen bir duruştu. Artık Hz. Hatice evladı resulun anasıydı. Resulullah Efendimiz'in yegane dostu ve sırdaşıydı Hatice annemiz. İlk vahiy geldiğinde sağına soluna bakmadan eşinin yanına gelen bir Peygamberden öğrendik erkekteki kadının önemini , yokluğuna hüzün yılı denen ve o yılda miracla müjdelenen Hatice ve Muhammed'in aşkından öğrendik yar olmayı yaren olmayı. Kadın Allah'ın emanetidir  , cennet anaların ayakları altındadır diyen bir nebiden öğrendik kadının emsalsiz duruşunu. Havva'ya yaren olan Adem'den öğrendik teslimiyeti , İsmail'e anne olan Hacer'den öğrendik kadının kutsaliyetini , İbrahim'e soru bile sormadan Mekke'de kalın çağrısına uyan yine Hacer annemiz değil miydi? Hz. İsa'ya gebeyken her türlü eşleştiriye maruz kalan ama ona rağmen vakarlı duran Meryem anamız değil miydi? Ya Efendimizin gözünün nuru Fatması ile Ali'nin aşkı , muhabbeti ve bir birlerine yaklaşımları , bunları unutmak nedendir acaba. 
Mensubu olduğumuz millet ve bağlı olduğumuz din itibari ile erkeğin kadına , kadının erkeğe verdiği değer ortadayken , bu batı furyası işler nedendir? Biz aşkımıza , sevgimize her daim sahip çıkar , her daim hediye alırız. Çünkü biz yaratılış itibari ile ayrılmazlarız , erkek kadına kadın erkeğe emanettir.Meselede emanete iyi sahip çıkmaktır. Bir gün değil her günü aynı hislerle icra etmektir. Hz. Peygamberimizin en büyük öğretilerinden biriydi gavurlara özenmeyin , benzemeyin uyarıları , lütfen bu yıl buna riayet edelim. 
Beşere aşık olunmadan , Allah'a aşık olunmazmış. Mesele aşkı bilmekmiş. Bu sözle Rabbim bizi iki aşkında hakikatine eren kulları arasına dahil eylesin...
Amin!

9 Şubat 2017 Perşembe

- AĞIRDIR TÜRK OLMANIN BEDELİ!- Umay BAYRAKTAR



       Yaratılışla başlar Türk olmak. Adem Peygamberle iblisin karşılaşmasından sonra Adem'in safında yer alarak , mazluma yaren olmadır Türk olmak. Ezelden ebede kadar kılıcını zalimin üstüne sallayarak nerde bir mazlum varsa el uzatmaktır Türk olmak. Doğduğu beşikte kefene bürünüp bu şerefli davada şehit olmak için çarpışmaktır Türk olmak.Karış karış bucak bucak yeryüzünde adaleti hakim kılmaktır , bu uğurda baş vermektir Türk olmak. Töresini yaşatıp , ihanete aman vermeden yaşamaktır Türk olmak. Allah'ın kılıcı , İslam'ın yılmaz savunucusu olmaktır Türk olmak. Hür olmaktır Türk olmak. Serden yardan geçmektir Türk olmak. Burçlarda Hasan olmaktır Türk olmak. Atlarını gözü kapalı denize sürmektir Türk olmak. Yedi düvele nam salmaktır Türk olmak. Komşusu açken , yetim ağlarken uyumamaktır Türk olmak. Açlığa , sefalete aldırmadan baş vermektir , cenk etmektir Türk olmak. Bağımsızlık benim karakterim demektir Türk olmak. Soydaşına yapılan zalimliğe göz yummamaktır Türk olmak. Bayrak sancakta , ezan gök kubbede dalgalansın diye gözü kapalı idama yürümektir Türk olmak. Devlet bekası için her türlü fedakarlığı yapmaktır Türk olmak. 
Vesselam ağırdır Türk olmanın bedeli , şuurdur Türk olmak , DEVLET olup millete , KILAVUZ olmaktır Türk olmak.

-GÜNÜMÜZDE GERÇEĞİN BİLMEK ve DUYMAK ŞEKLİ- Rabia ŞEKER


Bazı şeyler ne kadar dile getiriliyorsa o kadar değersizleştiriliyor.Önemini yitiriyor.İnsanoğlunun bu dünyaya gelme sebeplerinden biri de  birşeyler öğrenmektir.Hak din İslamın kitabı Kur'an-ı Kerim de de bu ayetle sabitlenmiştir ki ilk emir "oku"dur. Oku ve birşeyler öğren. Ama artık öyle bir döneme geldik ki artık okumaktan bilmediğimiz şeyleri öğrenmekten aciz insanlar olduk.Birşeyleri öğrenmenin en iyi yöntemi o konu hakkındaki eserleri inceleyip okumak fakat biz kulak duyma bilgilere inanmaya o kadar alıştık ki belgelerle kanıtlansa dahi inanmıyoruz. "O bilgi yalandır,öyle bir şey yoktur,o bunu demişti o doğrudur "gibi kulaktan duyma, asılsız ,belgesiz şeylerin esiri haline geldik.
İnsanlar konuşmaya başlayınca Osmanlı Devleti muhteşem bir devletti ,insanlar huzur ve ferahlık içinde yaşıyorlardı devlet sınırları kıt'aları aşmıştı keşke şuan Osmanlı Devleti devam etseydi gibi cümleler kuruyorlar . Osmanlı devletini sadece Fatih Sultan Mehmet Han , Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman dönemi olarak görüyorlar. Evet Osmanlı Devleti muhteşem bir devletti.Bu padişahlar döneminde en yüksek dönemlerini yaşadı.Fakat devlet farklı daha zor zamanlar da yaşadı.Osmanlı Devletini sadece iyi yönleriyle anlatmak yanlış olur. Sadece bu dönemleri bilmek insanın eksiğidir.Elbette ki gecmişi ile övünmek her insanoğlunun hakkıdır fakat bu boş tenekeden çıkan ses misali boş övüntü olmamalıdır.
Bazı insanlar ise Osmanlı Devletini Türkiye Cumhuriyeti Devletine tercih eder gibi konuşmalar yapmaktadır peki Türkiye Cumhuriyeti Devleti nedir ? Bir anda ortaya çıkmış bir devlet , ırk, millet değildir. Osmanlı Devletinin devamıdır.
Ünlü tarihçi İbn-i Haldun bir devletin ayakta durma sürecini insan vücuduna benzetmiş ve devletler insanlar gibi "doğar , büyür ve ölürler " demektedir . Bunlar zamanla aşama aşama meydana gelen şeylerdir.Osmanlı Devleti de diğer bir çok devlet gibi bu aşamalardan geçmiştir.Türkler hiç bir zaman devletsiz kalmamış millet olarak bilinir ki gerçekten de Türk Milleti hiç bir zaman devletsiz kalmamıştır. Bununla ilgili atasözleri de mevcuttur.Türkler bağımsızlığına düşkün bir millettir.
Osmanlı Devleti bu aşamaları yaşayarak yıkılma süreci geçirmiştir.Fakat Türk Milleti  "Türkiye Cumhuriyeti'ni" kurarak bağımsızlığına devam etmiştir.Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti başka bir millet değildir. Nasıl ki Osmanlı Devletini kuran insanlar Selçuklular Devletinin yıkılmasından sonra küçük beylikler halinde yaşayan daha sonra da Osmanlı Devletini kuran insanlarsa Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran insanlar da Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra kuran insanlardır. Bu devletleri birbirinden ayırmak imkansızdır.Soy aynı soy, kan aynı kandır.
Okumuyor ve bilginin hakikatli tarafını görmüyoruz, duyduklarımız ile bilgi yarıştırıyor ve dolgu bilgilere farkında olmadan taşıyıcı oluyor ve malesef hakikati arayışta değil gece misali üstünü örtüşte ehlileşiyoruz. Biz "oku" emrini başta ses kılan İslamın okumayan bilginleri olmaya yüz tutuyoruz. 
Ülkü sürekli bir arayıştır, araştırmadır, öğrenmedir ... Ülküsü olan bir nesil olarak bilmeliyiz, duyduklarımızı değil araştırdıklarımızı, okuduklarımızı bilmeliyiz.

5 Şubat 2017 Pazar

-ALMANYA'da TÜRK OLMAK- Nurdan ÖZBEY


Direniştir Almanya’da Türk olmak, 
kimlik kargaşası yaşayıp asimile olmakla karşı karşıya kalmaktır. Kimliğini koruma çabasıdır. Benliğini, aslını unutturmaya çalışanlara karşı verilen savaştır. Dilini, dinini, ırkını her daim savunmak zorunda bırakılmaktır. Zordur Almanya’da Türk olmak. Her fırsatta ‘pis Türkler’ diye hor görülüp, onca başarılı çalışmaya rağmen usanmadan tükenmeden kendini ispat etme çabasıdır. Birçok alanda Almanya’yı ileriye götüren Türk Milleti, en kalabalık yabancı grubu olmasıyla birlikte İslam karşıtlığı ile bilinen Almanya tarafından karalanmış ve önyargıyla karşılanmıştır. Çünkü İslam anıldığında onların aklına Türkler, Türkler söz konusu olduğunda ise akıllarına İslam gelmiştir. Her şeye rağmen boyun eğmeden başı dik ve Türklüğün verdiği gururla yaşayabilmektir Almanya’da Türk olmak ve ekmeği yenilen ülke deyip yine de asla ihanet etmemektir..! Onurlu yaşamaktır. Türkçülüğü temsil etmektir. Sorumluluktur. Vatanının kıymetini bilmektir. Özlemdir. Rahat sanırlar gurbette yaşamayı, kolay bilirler. Bilmezler ki ‘Davulun sesi uzaktan hoş gelir’. Bilmezler ki ‘Gayrı Vatandan Özge yar yoktur bize’. Varsın haksızlık etsinler, varsın Türkü hor görsünler, varsın bizi düşman bilsinler. Yine de ‘Bin cihana değişmeyiz şu öksüz Türklüğümüzü’. 
Velhâsıl-ı kelam zordur Almanya’da Türk olmak..!

-AVRUPA BİRLİĞİ ve BİZ- Mine GÜLER



 

Bir Avrupa Devleti birleşimi zamanın Victor HUGO gibi fikir bilimcilerinin insancıl düşlerini süsleyen bir düş iken, günümüzde gerçekleşmiş hatta son demlerini yaşadığını tahlil ettiğimiz bir gerçektir. Geleceğinin analizini tarihi ile en doğru biçimde yapabileceğimiz için öncelikle bir hafızamızı tazelemeliyiz. İkinci Dünya Savaşı yıkıntısı ile barışçıl ve insanın baz alındığı bir Avrupa Birleşimi hayal ediliyordu, İkinci Dünya savaşı bitimi üzerine savaş vahametinin umudu bu düşün gerçekleşme arzusu ve ihtimali oldu. Tarih 1950’de savaş sırasınca zor şartlara direnen insanların gücü ve adı bilinen kurucuların cesareti ile bir Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasını önerildi. Kömür ve çelik otokontrolünün elde tutulması öncü amaç olmak üzere bu parayı bir arada güçlü tutmak hedeflenmişti. Savaşın hammaddeleri barışın araçlarına dönüşüyordu, barış huzur ve umut getiren bu birleşim adını Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğundan Avrupa Birliği’ne kadar yıkılan birleşimlerin desteği ülkelerin yoğun ilgisi ve antlaşmalar ile vaat edilenlerle taşıdı…

Gören bir bakış açısı ile bakılırsa adeta bir devlet işlerliği kazanan bu birlik aslında deyim yerindeyse sömürü niyetini altın tepside sundu dünyaya… İngiltere penceresinden bakar isek, İngiltere bu birliğin fikir sunucularından olmasına rağmen çekinceleri olmuş kuruluş aşamasındaki görüşmelere katılmamıştır tabi bunun altında kendi “Commonwealth” ülkeleriyle ilişkilerine zarar vermeme düşüncesi de ana sebebi oluşturmaktadır. Tabi çekincelerin yanı sıra bu birlik İngiltere’nin dikkatini oldukça çekmiştir ve serbest ticaret fikrini sunarak bu birliğe ilgisinin temelini ortaya koymuştur. Bu fikrin ancak iki yıl sonra Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi’nin (EFTA) kurulmasıyla hayata geçirilebilmiştir, İngiltere’nin ticari kazancın yanında ilişkilerine de zarar gelmemiştir. Devletlerin siyasi ilişkilerine zarar vermeyen, devletlerin egemenliklerini sınırlamadan ve onlara siyasi ve güvenlik bakımından bağımlılık yüklemeyen EFTA, önceleri İngiliz çıkarlarına daha çok uymuştur. 1961’de yapılan üyelik başvurusu ise Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle tarafından İngiltere’nin içinde bulunduğu sıkıntılar ve ABD’ye bağımlılığı öne sürülerek geri çevrilmiştir. İngiltere’nin 1967 yılındaki ikinci başvurusu da yine aynı gerekçelerle reddedilince bu bekleyiş Fransa Cumhurbaşkanının değişmesine kadar sürmüş ve ancak 1973 tarihinde AB kapıları İngiltere’ye açılmıştır. Peki bu açılışın altındaki temel sebep sömürülecek ülkenin kalmaması diyebilir miyiz, İtalya’nın emek gücünün kullanılması ve sıranın nihayet İngiltere’ye gelmesi… Tabi giriş aşamasında çıkarlarına zarar vermemek için bir yol çizen İngiltere üyelik sonrasında lehine antlaşmalarla yine kendi çıkarlarını korurken, “Commonwealth” ülkeleriyle ilişkilerini de sağlam tutmaya çalışarak ve Euro bölgesi dışında kalıp sterlin kullanmaya devam ederek de duruşunu sergilemiştir ve kendi borçlarını ödeyemez hale gelen üyelerin verdiği zarardan pay almamıştır. Avrupa Birliğine 1973’ten beri üye olan İngiltere’de, göreve gelen hükümetler hiçbir zaman Avrupa Birliği’ni terk etmek adına bir referandum yapmayı düşünmemişlerdir. Birlikte kalarak, ulusal çıkarlarını her zaman için korumayı ve bunu kendi lehlerine çevirmeyi seçmişlerdir. Oysaki Avrupa Birliğinin asıl amacı ise sömürmek ve ilerlemek üzerinedir ama İngiltere girerken olduğu gibi üyeyken de kendi çıkarlarını koruduğunu göstermiştir. Ancak süregelen iktidarın fikrini Euro bölgesindeki kriz ve başta olan muhafazakar partinin AB ‘ye karşı duruşu değiştirmiştir, çünkü para döngüsü olmadan sağlıklı bir birlik olmayacağı akıllarca kanıtlanmıştır bu da aslen huzurun barışın umudun birliği olarak adlandırılan hak gözettiğini idda eden bir birliğin dediğimiz gibi asıl temelini ortaya koyuyor.

Bu somut bilgiler ve çıkarımlar dahilinde Türkiye’mizin Ab macerasına bakar isek, 1959 da başvurduğumuz bu birliğe başvurumuzun 12 Eylül 1963 de kabulü ile maceramız başlamıştır… 12 Eylül Türkiye tarihi açısından pek iyi anımsanan bir tarih olmadığını defalarca kanıtlarcasına bu amansız maceranın da ilk adımı olmuştur. 1987 yılında tam üyeliğe başvuran Türkiye 1999 yılında aday olarak kabul edilmiş 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. Yılları aşan başvurularımız henüz kabul edilmemişken biz tavizler vermeye başlamışız tabi ki, Gümrük Vergilerini kaldırmamız gibi … 

Geniş bir bakış ile bakar isek ve bakışımıza kültürümüzü nakşederek yorumlarsak bir yozlaşma tünelinde soyularak ilerliyoruz diyebiliriz. Biz kendi kalıplarımızdan benliğimizden sıyrıldıkça bastırılan, şart koşulan kıyafetlere bürünerek bu birliğe üye olma çabasını veriyoruz sonuç ise sadece şu cümle ile dahi gözler önüne serilebilir; bizden sonra başvuran devletler şu an AB üyesidir. Biz ise alınacağımız umudu verilerek önümüze sunulan şartlar ile yozlaşırken yerimizde sayıyoruz , onlar bizi yavaş yavaş sömürürken elden de bırakmıyor sömürecekleri ülkeler tamamen bittiği zamanda biz devreye gireceğiz büyük ihtimalle, AB’ye girişimiz bir kutlamaya sebep olacak ama kimse bir sonun başlangıcı olabileceğini düşünmeden Avrupalı olduğuna sevinecek, çok matahmış Türklük’ten yüceymişçesine aslında şuursuzca…  Türkiye’nin AB ‘ye girmesi dahilinde koltuk sayısının ilk ülkeler sırasında olması durumu ve birinci karar organları arasında yer alacak olması elbette ki istenmeme sebeplerimizdendir. Parlamentosunun ilk partisi Hristiyan Muhafazakar Partisi olan bir birlik, Müslüman olan ve korktuğu ırk olan Türkleri elbette ki bu birliğe almayacak, alması ancak nezdimizde, bizim felaketimizin planı olarak yürürlüğe girmesi gereken bir gösteriş olacaktır. Daha önemlisi ise bizim bizden olmaya bize göre olmayan bu birlikte olmamamız gerektiğini anlamamız elbette, biz biz ile bir olarak cihana nam salmış bir ecdadın nesliyiz çağın gelişimine batının peşine takılarak uymaz bizi bizlikten çıkarır, biz mazimize bakarak çağları aşabiliriz…

Bir de hala girmeye çabaladığımız AB’nin şu an ki ahvaline bakar isek; gözler önüne tükenmekte olan bir birlik serilmektedir. Euro Bölgesinin zararda oluşu borçları karşılayamaması, çıkmak isteyen ülkeler başta İngiltere’nin yüzde 48’e karşı yüzde 52’lik oy ile çıkma kararını alması ve güven vermeyen bir Avrupa Birliği… Peki bundan sonra neler olabilir, bir fikir yürütebilirsek; İngiltere'nin AB'den ayrılması ile zorlu bir müzakere dönemi başlayacaktır. Bunlar başlıca gümrük ücretleri, kişi, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı gibi konulardır. En az iki yıl daha üyeliği sürecek ve bu süreçte diğer ülkeler çeşitli anlaşmalar yapacaktır. 43 yıldır Serbest Dolaşım ilkesine bağlı olan İngiltere’de ayrılması taktirinde en büyük sıkıntı serbest dolaşım olacaktır haliyle…  İngiliz vatandaşları 2014 yılında herhangi bir vizeye tabi tutulmadan AB ülkelerine 44 milyon ziyaret gerçekleştirmiştir, bu bağlamda ve bu örnekde göründüğü gibi; her ne kadar çok sayıda göçmenin ülkeye gelmesinden rahatsız görünse de aslında serbest dolaşım ekonomik olarak İngiltere'ye büyük fayda sağlıyor. Ayrılık taktirinde tabi ki ülke girişleri şaibeli bir karara düşecek. AB ülkelerinde yaşayan birçok İngiliz vatandaşı var, bunlar tartışmalı sonuçlar elbette ki doğuracaktır. AB ekonomisinin altıda birini İngiltere oluşturuyor, toplam ihracatın onda biri ise İngiltere’ye gidiyor yani İngiltere’nin ayrılması sadece İngiltere’yi değil aynı zamanda mal ve ürün ihraç eden üye ülkeleri de olumsuz etkileyecektir. Bazı ekonomistler sterlinin değerinin düşeceğini öngörüyor ki İngiltere'de hali hazırda bazı anket şirketlerinin sonuçlarında, ayrılık yanlılarının birkaç puan önde görünmesi bile sterlin üzerinde baskı ve oynaklık oluşturmaya yetiyor. İngiltere merkez bankası başkanı tedbirler alınması gerektiğinin altını çizerek aslında bu süreçte bir kemer sıkma politikasının olabileceğini de söylemiş bulundu. Hatta yapılan açıklamalarda hazırlanan raporda, İngiltere’deki büyüme oranının azalacağı da belirtilmiştir. Bunlar göz önündedir hatta İngiltere başbakanı Camon ‘’ ülkenin altına bomba koymak ‘’ olarak nitelendirse de bu olayı halkının seçimi birlikten ayrılmak üzere olmuştur. AB‘nin dışında kalmak kısıtlayıcı ticari düzenlemelere maruz kalmak uğruna kabul edildi.

 Bu şartlarda ayrılma isteğinin ve genel güven kaybının temeline eğilirsek, Avrupa Birliği (AB)’nin bir süredir içinden geçmekte olduğu, bazılarınca “meşruiyet krizi’’ , bazılarınca ise “varoluş krizi” diye adlandırılan sıkıntılı bir o kadar da soru işaretleri doğuran süreç çeşitli rotalar çizdi ve Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile atlatılacağı düşünüldü. Ama Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinin hemen ertesinde Yunanistan’da patlayan ekonomik kriz ile bu kriz ve krizin sona erdirilmesi için gerekli yöntem çalışmalarının, Ekonomik ve Parasal Birlik (Euro) ve AB’deki yansımaları “AB nereye gidiyor..?” sorusunu tekrar gündeme getirdi ve anlaşılan o ki üye devlet İngiltere bu soru karşısında riskleri göz önünde tutarak bulunmamayı seçti.

AB bir umut iken sürerliliği işler iken bu kriz nasıl oluştu der isek; temelleri 2000‟li yılların başında, “Anayasal Antlaşma” tartışmaları ile atılmıştı.  Daha önceki tüm antlaşmaların yerine geçecek olan bu Anayasal Antlaşma, AB içinde var olduğu öngörü sunulan “demokratik açığı” olabildiğince kapatmayı ve karar alma organını daha etkin kılmayı amaçlıyordu. Ayrıca Antlaşma’da, AB bayrağı ve AB marşı gibi dolaylı da olsa siyasi birlikle ilişkilendirilebilecek AB sembollerine de atıfta bulunulacaktı. AB’nin iki kurucu üye devletleri Fransa ve Hollanda halklarının 2005 yılında yapılan referandumlarda bu antlaşmayı ret etmesi, AB tarihindeki önemli krizlerden biri oldu ve başlangıcı oldu da denilebilir. Fransa ve Hollanda halkları, hakkında yeterince bilgilendirilmedikleri, dolayısıyla anlayamadıkları bir antlaşmaya haklı olarak geçit vermemişlerdi. Bu durum bazı yorumcular tarafından “Anayasal Antlaşma, küreselleşme ve genişlemenin olumsuz etkileri ile özdeşleştirildi ve günah keçisi oldu” şeklinde yorumlandı. Bazı yorumcular ise iki ülkedeki “hayır” oylarını, “AB vatandaşlarının artık, kendilerinin dışında kaldığı, elitler tarafından yön verilen bir bütünleşme sürecini onaylamayacakları” şeklinde değerlendirdiler. Bu değerlendirmeler, AB içindeki güçlü üye devletlerin gerek AB içinde, gerek AB dışında gündem belirleme ve karar verme yetkilerini elden bırakmak konusunda istekli olmadıkları gerçeğini doğurdu. Bir başka deyişle , AB üye devlet liderleri de aynen AB vatandaşları gibi tamamen “devletler üstü bir AB kimliğini” kabul etmeye hazır değildi ve “hükümetler arası” AB’den kolay vazgeçmeyecekti.  Bu gelişmeler üstüne oluşan global krizin etkilemeyeceği düşünülürken, kriz sonucunda yaygınlaşan tüketici güveni kaybı ile ticaret hacminin daralması sonucu, dünyanın sayılı ihracatçılarından biri olan Almanya ekonomisini de zora girdi. Bazı yeni AB üye devletleri ise krizden çok olumsuz etkilendi. Krize hazırlıksız yakalanan AB ülkeleri, AB antlaşmalarında ekonomik ve mali politikaların koordinasyonuna ilişkin kesin hükümlerin bulunmamasının da etkisiyle ve bilinciyle, krizin etkileriyle ortak mücadele konusunda çok başarılı bir performans sergileyemediler. Bütün bu gelişmeler, ister “meşruiyet’’ ister ‘’varoluş” ister “kimlik” krizi olarak söylemlerle başlıklandırılsın, bunlar AB’nin gerçekten zorlu bir dönemden geçmekte olduğunun aleni yatıdır. İşte bu şekilde AB halkı ve kurucu ülkelerin vatandaşları olsalar bile, AB’nin kuruluşunda ve gelişiminde etkin olan “elit yönlendirmesi” yaklaşımına artık izin vermeyeceklerini ve AB kurucularının hayali olan ve ekonomik bütünleşme aracılığı ile aşamalı olarak ulaşmayı düşündükleri, siyasi birliği sağlamış, federal bir Avrupa’ya sıcak bakmadıklarını çeşitli vesilelerle göstermektedir.

Pek ala  AB bitti mi..? Buna inanan veya inanmak isteyen kişilerin sayısı az değil elbette. Görüntü bunu tezahür ettirebilir, genel bir bakış ile bu birliğin söylem ve asıl niyetindeki kuruluş gayesi ve gelişimi bize bu soruyu sordurabilir ki kuruluş gayesi de sonsuz bir birlik olmayacağının öngörüsünü akıllardan elbet geçirmiştir. Ancak objektif bir değerlendirmenin sonucunda böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir. Özellikle Lizbon Antlaşması’nın önemli kazanımları göz önüne alındığında , yani artık genişleme, dış politika ve güvenlik ve vergilendirme gibi birkaç konu dışında AB’nin nitelikli çoğunlukla karar veriyor olması, Avrupa Parlamentosu’nun AB kararlarının %90‟ında, AB Bakanlar Konseyi ile eşit haklara sahip olarak “demokratik açığın“ kapatılmasında önemli bir mesafe kaydedilmesi küçümsenecek gelişmeler değildir. Bunun yanında  AB’nin içinde bulunduğu bu zorlu süreçten çıkabilmesi için stratejik kararlara ihtiyacı olduğu da ayandır. Tarihten ders alma ilkesini göz önüne alarak geçmişe bakıldığında ise AB benzeri krizlerden daha da güçlenerek çıkmayı bilmiştir. 1970’lerin ortasında baş gösteren ekonomik krize üye ülkeler kendi aralarındaki ticareti çeşitli tarife dışı engellerle azaltarak tepki vermişler, 1980’lerin başında bölünmüş pazarlardan oluşan ve Japonya ve ABD karşısındaki rekabet gücünü tamamen kaybetmiş bir AB ortaya çıkmıştı ve bu sorunu çözmek için atılan adımlar sonucunda AB dünya üzerinde tek örnek olan ve tüm engellerden arınmış bir Tek Pazar oluşturmuş, Norveç ve İsviçre gibi ülkeler de bu pazarın bir parçası olmuşlardı. İşte bunlar dahilinde stratejik bir yaklaşımla AB, “Euro krizi’ni, Ekonomik ve Parasal Birliğin temel eksikliği olan “ekonomik ve mali politikalarda” kurumsallaşmış bir koordinasyon mekanizmasını oluşturmak ve hatta bazı üye devletlerin itirazı kalkarsa olası krizlerle mücadele etmek için “ortak bir fon” kurmak için bir fırsat olarak bile kullanabilir. Ancak bunun ötesine geçmek, elbette ki kısa vadede mümkün gözükmemektedir. Şu anda olunan durum, AB’nin artık ekonomik bütünleşmenin zamanla, aşamalı olarak daha fazla derinleşmeye yol açması sürecinde kritik bir eşiğe gelindiğinin, bundan sonra ciddi bir sıçrama yapılmasının zorunlu olduğunu ama imkansız da olmadığını göstermektedir.


Bu krizin dünyada saldığı algı dahilinde söyleyeceğim şey ancak durumun ‘’ yeni bir birlik’’ oluşumunu tetiklemesi ve girme çabalarımızın boşluğu ile oluşan fikirlerin kendi birliğine ihtiyacı doğurması kaçınılmazdır, söylenen amaçlarla dünyaya umut olacak ve işleyiş biçimi ile de amacını uygulayacak bir sosyal refah birliği ancak benim fikrimce dünyanın yedi köşesine yayılmış Türk Devletleri’nin ve azınlıklarla cihanı örtmüş olan Türk’lerin birliği ile olacaktır. Bu birlik temelinde bir olma arzusu ve akraba bağı olması ile söz edilen sebepler ile krize düşmeyecek bir bütüncüllük yakalayacaktır, bir devlet olabilecektir. Bu fikir varılacak Kızılelma’dır, inanç ile kurulduğu taktirde dünyaya umut olacaktır.

-SATIRLARINDA YAŞADIĞIM KİTAPLAR- Kübra ŞAKŞAK



Bazen kendini kitaplara hapsetmek istersin. Bazı karakterleri kendinle bütünleştirmişssindir çünkü.İşte bu bana neden Türkçüsün dediklerinde benim verdiğim cevaplardan biridir. Çünkü benim kendimi hapsetmek istediğim yer Atsız Ata'nın satırlarıdır. Ruhum orda devam etmek isterim yaşamaya. Okunan kitaplar ne denli yeter insanı ağlatmaya bilmem ama beni ağlatan son muhakkak ki Kürşad'ın at üzerinde ölüşü ancak yenilmeyişidir. Hayatta tanımak istediğim kişiler listemin en üst köşesindedir. Tarih içinde neler saklar neler barındırır bunlar bize ne kadar doğru aktarılır bilmek mümkün değildir. Belkide inandıklarındır bildiklerin..

   İnsanlar modernleşme yolunu koşar adımlarla kat etmişlerdir.Sanayi devrimi yıkıp geçmiştir çoğu kültürü geleneği ben geleceğin karanlığında yok olmak istemiyorum geçmişin aydınlığına yurumek istiyorum barbar(!) olarak hayatıma devam etmek istiyorum. Araba egzozlarının kirlettiği havayı solumak değil bozkırlarda at üstünde havayı ciğerlerime kadar solumak istiyorum. Teknolojinin yok ettiği samimiyet kavramını geçmişte sonuna kadar sıyırmak istiyorum. Yaşam mücadelesi ekmek parası işsizliğin çıkardığı kaos ortamını değil toylarda ki birlik ruhunu görmek istiyorum.Silahlarla kazanılan savaşlarla onure olmuş insanların küçük kibirli hikayelerini  değil 40 Çerisiyle çin sarayına baskın yapmış cesur insanların adlarını yaşayıp yaşatmak istiyorum.Kirlenmiş dünyanın kirlenmiş insanlarından, savaşçı ruhunu kaybeden toplumun fertlerinden olmak istemiyorum.Çok şanslıyım ki çok şey isteyebilenlerdenim. Çok şanslıyım ki kırk çeriyle ölüme meydan okuyan, Ya istiklal ya ölüm emriyle tarihe kazınan atalarımın,dinlemekten usanmayacağım kahramanlıklarını okuyarak hissedebilenlerdenim. Ve zaman su damlası misali kayar avuçlardan ne tutmak mümkündür ne saklamak onu. Geriye tozlu sayfalarla kahramanlar kalır..

-YÜREĞİMİZDİR- İrem Ecem YALDUZ



Allah sizin ne biçimlerinize ne de bedenlerinize bakar fakat o sizin yüreklerinize bakar.” (Müslim, Birr, 45).


İslam, insanın bedeninden çok insan yüreğinin önemsendiği bir gönül medeniyetidir. Biz Türkler ki bu şerefli medeniyeti başımızın üstünde yer ettik tanıdığımız günden beri. Vatanını, milletini, şerefini, toprağını, Türk örfünü ve töresini yüreğinde taşıyan onu yücelten kulları olduk Rabbimizin. Bizi biz yapan da yüreğimizdi, bu yürek Çanakkale Savaşı’nda tek eliyle silah tuttu, bu yürek bize görmeyen göze gönül gözüyle görmeyi nasip etti.
İlk çağlardan bugüne dek “üstün ırk yaratmaya çalışan”, kendi ırkını arındırmak isteyen Batı insanına karşı her zaman milletinin her insanının özel olduğunu düşünen bir medeniyet olduk. Hatta dilsizlerin yani bugün ki terimiyle işitme engelli bireylerin daha özel insanlar olduğunu, onlara Allah’ın bizim bildiklerimizden daha fazla hikmet verdiğini bu sebeple konuşamadıklarını düşünüp ordumuz içinde birlikte düşmana karşı omuz omuza savaştık. Yalnızca ordu içinde değil ilimde ve sanatta da birlikte ilerledik. Engelli doğan çocukları köprüden aşağı atan Batı’ya inat her çocuğun ıslah edilmesi için çalışmalar yapan Osmanlı ile ilerledik.

Bugün hala Türk insanı bedeniyle değil yüreğiyle kazandığını sanatta, sporda, bilimde başarılar kazanarak kanıtlamıştır. Özellikle engelli vatandaşlarımız bu gururun en büyük kanıtı oldular. Kimi zaman hem gururlandırdılar hem de Aşık Veysel gibi Anadolu ozanı oldular yüreğimize dokundular. Biz yine her zaman olduğu gibi Türk birliğinde buluşup yüreğimizi ortaya koyarak omuz omuza her alanda mücadele edip kazanacağız. Kardeşimizin eli, kolu, ayağı, dili,  gözü, olacağız. Onun eksildiği yerden biz tamamlayacağız ki birbirimizi gururlandırmaya devam edebilelim biz tamamlayacağız ki bu vatan toprağı yüreği engelli olanlara değil bu vatana yüreğini koyan evlatlarının olarak kalmaya devam etsin.

Bizim yüreğimizdir, mazimiz de bu günümüz de geleceğimiz de, ülkümüz ülküdaşlığımız ve vatan sevgimiz de yüreğimizdir...

-GELECEK PLANLAMALARINA BİR IŞIK YAKMAK ADINA, BÖLÜMLER:'İnsan Kaynakları Yönetimi'- Nesrin DURAK



İnsan kaynakları yönetimi genel tanımı itibari ile herhangi bir organizasyonda insan kaynaklarının organizasyona, bireye ve çevreye yararlı olacak şekilde, bulunulan yerin yasalarına ters düşmeyecek şekilde, etken yönetilmesini sağlayan fonksiyon ve çalışmalarının tümüdür.
İnsan kaynakları günümüzde organizasyonların üretim ve hizmet verme, kâr etme hedeflerine ulaşmak için kullanmak zorunda oldukları kaynağı yani insanı ifade eder. İnsan kaynakları yönetimi bir organizasyonda en tepe yöneticiden en alt kademedeki niteliksiz işçiye kadar tüm çalışanları kapsar. Bu terim organizasyon içinde bulunan iş gücü ile potansiyel olarak yararlanılabilecek iş gücünü de ifade etmektedir. Günümüzde, maddi kaynakları ne kadar sağlam olursa olsun, insan kaynakları yeterli etkenliğe sahip değilse başarı olasılığı düşük olacaktır. Bu nedenle İK firma için çok önemli bir rol oynamaktadır.
İnsan Kaynaklarının iki temel amacı bulunmaktadır bunlardan birincisi:
-İşletmede bulunan çalışanlarının yeteneklerini en üst düzeyde kullanarak işletmenin karını arttırmaktır.
Bu doğrultuda çalışanlara performans değerlendirme testleri uygulayarak çalışanların performansına göre seminerler, eğitimler verilerek çalışanının niteliklerini arttırma yoluna gidilebilir. İkincisi ise:
-Çalışanların çalışma ortamını iyileştirmek ve kalıcılığı sağlamak.
Firma için istenmeyen bir durumdur iş gücü devir oranının yüksekliği  ( işten ayrılma sayısının çok olması) bu nedenle iş tatminsizliklerini gidererek olumlu bir ortam yaratmak ikinci temel amacıdır.
İnsan Kaynakları Yönetimi bölümünün yaptığı ana görevlerden bahsedecek olursak ik birimi genel olarak:
·         İş görüşmeleri
·         İşe yerleştirme
·         Özlük işleri
·         Performans değerlendirme
·         Eğitimler
·         Şirketin misyon ve vizyonuna yönelik planlama yapmak
·         Bordro işlemleri
İnsan Kaynakları yönetimi bölümü hem ön lisans hem de lisans eğitimi mevcuttur. Bu eğitim öğretim sürecinde alınacak derslerden bazıları:
·         Örgütsel Davranış                                         
·         Yönetim ve Organizasyon
·         Çalışma Hukuku
·         Davranış Bilimleri
·         Eğitim ve Geliştirme
·         İnsan Kaynakları Yönetimi
·         Kariyer Yönetimi

İnsan Kaynakları Yönetiminde iş imkanı özel sektörde yoğunlukta olmakla birlikte kamuya da atanma imkanı bulunmaktadır.

-UYAN TÜRK KIZI- Büşra ODUNCU (Ortaöğretim Teşkilatı)



Ey Türk kızı uyan !

Cesaretinle, korkusuzluğunla uyan. 
Sana verilen kudretin farkında ol korkma uyan. 
Bizler hiç korkmadan hiç bir tereddüt etmeden evlat acısını bile unutan toprağı için savaşan ve liderliğiyle unutulmayan Tomris katunun, Erzurum tabyalarında sırtında mermi taşıyan, savaşta silahı olmadığı halde taşla düşmanı vuran kahraman 3.ordunun ninesi Nene hatunun torunlarıyız, bizler kurtuluş savaşında gözlerini kırpmadan evlatlarını düşünmeden vatanı ve milleti için kurşunların önüne geçen, Türk katunlarının torunlarıyız. Bizler cesaretin, korkusuzluğun, savaşçı ruhun torunlarıyız onlar gibi olmalıyız onlar gibi korkmadan liderliğimizle ön planda olmalıyız bizde varız demeliyiz. Bizler herkes değiliz kimseye benzemeyiz, benzetilemeyiz. Çünkü bizler Türk Kızlarıyız. Yeri geldiğinde mermiyi hiç sayar önüne atlarız yeri geldiğinde kalemi mermi yapar atarız. Korkusuz ve bir o kadarda naif katunlarız, cesaretin simgesiyiz, bizler yeri geldiğinde bir kurt  pususundaki çeviklikle davranır, yeri geldiğinde bir orduya liderlik yapan bozkurtlar, Bizler dünün kahramanlarının simgesi, bu günün edep abidesi, geleceğin yiğit sesi Asenalarız! 
uyan ki özünün şanını kavrayasın Türk Kızı, sen ki destanlar yazan bir ırka anasın...

UYAN Kİ BİR NESİL UYANSIN, TARİH BİR KEZ DAHA ŞAN İLE YAZILSIN!

-ASİL TÜRK KANI- Özge KAYA




Vardır elbet bizimde yazacaklarımız, kalemimiz döker kağıtlara içimizi. Alırız kalemleri ellerimize ve başlarız yazmaya... Hayallerimizi, ümitlerimizi, sitemlerimizi, pişmanlıklarımızı, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi... 


Dik duruşumuz asil kanımızdan alır dengesini. En aşılmaz dağları aşarız yazdıklarımızla. Gür sesimiz arşı titretir, ümit oluruz yarınlara. Bir bakmışsınız yazdıklarımızla sizi alıp götürmüşüz Ötüken'in en güzel otağına. Ve siz Ötükenin güzelliğinden büyülenip orada bırakmışsınız ruhunuzu... Bir bakmışsınız bir sabah Tanrı Dağında buluşmuş Ötükende unuttuğumuz ruhunuz... Benliğinizi, özünüzü hatırlamışsınız. Türk olmanın onurunu, gururunu yaşamışsınız. Ama bir dakika ya, peki neden bunu söylemekten çekinir olmuşsunuz? Burası vatanımız değil mi ? Burası Türkiye değil mi? Türkün yeri değil mi burası ? Hani yedi düvele nam salan düşmanına korkudan sedler yaptıran, 40 çeri ile ortalığın tozunu attıran. Kısacası tarihe adını en yüce şekilde yazdıran. Atalarımızın canlarını seve seve feda ederek gözünü birkez bile olsun kırpmadan ölümlere koştukları vatan toprağı. Bildiniz mi? Yoksa korkularınız, çekinmeleriniz ırkçı derler diye mi? Eğer ki vatan sevdalısı olmak, ırkınla övünmek, göğsünü gere gere ben Türküm demek ırkçılıksa herkes bilsin Türkler dünyadaki en masum ırkçılardır ki yaradılış şeklini sevmek imandandır, benim şükrümdür elbet rabbin beni var ettiği kavim elbet ki savunucusu sözcüsüyüm, bu eğer İtalyanın ağır Milliyetçiliği olan faşizim ile denk tutulmamalıdır ve yaradılış şeklini zikretmekten sevmekten kaçındırmamalıdır, sen Türklüğünü söylemeye çekiniyorsan, düşmanına şanını yazdıran ırkınla gurur duymuyorsan işte bu benlik kaybıdır, şükürsüzlüktür Türk ve Müslüman yaradılıp islamı yücelten bir kavime aitken, vatan hainliğinin tohumudur bir vatansever gözünde...
Vatan Millet Sakarya diye şeref biçerken, yok saymak yok olmaktır yozlaşmaktır, insancıllık denen adı ile alakası olmayan kavramların peşine takılıp önce benliğinden sonra insanlıktan çıkmaktır ve hainlerin ekmeğine yağ sürmek hatta onlardan olmaktır, hain olma TÜRK ol, ırkına çek özüne dön atanı say!
vardır işte bizim diyeceklerimiz sözün başına özü bil öze dön düşer böyle...

4 Şubat 2017 Cumartesi

-MANEVİ HASTALIĞIMIZ; ŞÜKÜRSÜZLÜK- Hafize MARA



Günden güne bulduğu her fırsatta şikayet eden, yüzünü asan, etrafa kaşlarının altından bakan ve elinde bulunan nimetlerin değerini birde bu nimetlerle yetinmeyi bilmeyen insanlar çoğalıyor, ne yazık ki..
Tüm bunların sebebini hiç düşündük mü?Yani neden şükrü değil de şükürsüzlüğü dillendiriyoruz?

Şüphesiz ki iman eksikliği ve de nimete şükürsüzlük..

Başka bir deyimle Yaradana vefasızlık.Dünyaya ve insanlara bakalım ve onları düşünelim.Acaba her insan ve her hayat dört dörtlük mü?
Tabi ki hayır.. Böyle olsa idi yani herkes zevk ve sefa içersinde olsaydı ne olurdu?
Düşünmeye davet ediyorum!
Hoş böyle olmaması bile büyük bir şükür sebebidir; eğer düşünürsek..
İnsan vücudunu ele alalım.Örneğin gözlerimiz.Gözlerimiz olmasa ne olurdu?
Bunu deneyerek görelim.En basitinden şimdi ayağa kalkın, ve ellerinizi gözleriniz üzerine kapatın.5 dk sadece 5 dk yürümeye, bir noktadan bir noktaya gitmeye çalışın.Olmadı değil mi? Yapamadınız..
İçinizde hep bir tereddüt, ayaklarınızda ileri geri adımlar ve yüreğinizde büyük bir korku.Ya düşersem ya bir yerime zarar verirsem.
Ayrıca 5 dk sanıldığı gibi kısa bir zaman değildir..
Ve dertlerimiz.. Şu bizi hayattan koparırcasına içerlediğimizdertlerimiz.İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden dertlenir, onları içerler ve nihayetinde yine şükürsüzlük ederiz.
Burada da günümüze bakalım.Şehitlerimiz ve aileleri..
Anaların yavrularını, eşlerin hayat arkadaşlarını, çocukların babalarını ve de vatanın evlatlarını kaybettiği ŞEHİTLERİMİZ..
Kendinizi onların yerine koydunuz mu? Ya da yerlerine koymaktan korktunuz mu?
Bir anlık kendinizi onların yerine koyun.Düşünğn babanızı kaybettiğinizi.Yaslandığınız dağınız, kollarını size yuva yapan babanızı..
Bu da zor geldi değil mi hatta daha zor?
İşte bu yüce gönüllü insanlar, şehit aileleri ne olursa olsun "Vatan Sağ Olsun" deyip de şükrediyorlar.Ama biz incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden dertlenip şükürsüzlük ediyoruz.Bu utanç verici orantısızlık niye?
Önümüzde bu kadar nimet ve de örnek varken hala bu neyin şükürsüzlüğü?
Sorarım..

-GELECEK PLANLAMALARINA BİR IŞIK YAKMAK ADINA, BÖLÜMLER: 'EĞİTİMDE FEN BİLİMLERİ'- Şeyma ÇELİK




"Geleceğin güvencesi sağlam temellere dayalı bir eğitime, eğitim ise öğretmene dayalıdır." 

Mustafa Kemal ATATÜRK 


İdeal bir eğitim, zamanın gereklerini yerine getiren eğitimdir. 21.yüzyıl bilişim çağı olduğundan bilimsel değişimin yönünü yeniden belirleyen gelişmeler olmaktadır. Benim gibi öğretmen adaylarına ve öğretmenlere düşen görev ise eğitimin Fen Bilimleri alanına dikkat çekmektir. Fen Bilimleri genelde doğayı anlamak ve sayısal olarak ölçmek olduğundan bu tür bir eğitimde, kültürel farklar fazla önem arz etmez. Bilimsel alanda ilerleyebilmek ve öğrencileri Fen Bilimleri alanında geliştirebilmek için bilginin yapılandırılmasında, kavram ve formüllerin anlaşılmasında yol gösterici olmalıyız. Öğrencilerin bilginin yapılandırılmasında zorlanmalarına sebep olan kavramlara literatürde kavram yanılgısı, yanlış anlama, sav-deneyimsiz teori şeklinde isimler verilmektedir. Kavram yanılgıları öğrencilerde genelde soyut kavramlarda görülmektedir. Öğrenciler bu soyut kavramları öğrenmede zorlamakta aynı zamanda eğitim hayatının başından beri öğrendiği kavramları bile yanlış yapılandırmış olabilmektedir. Özellikle Fen konularında kavram yanılgılarına sahip olunduğu ve bu kavram yanılgılarınında, yeni konuları öğrenmeyi zorlaştırdığı araştırmalar neticesinde görülmektedir. Eğitim sistemimizde ezberci zihniyet hakim olmasından kaynaklanan bu sonuçları değiştirmenin yolu; öğrencilere her formülün, kavramın gerisindeki gizemli gibi görünen orantılar, açıklığa kavuşturulup öğrenciye taktim etmektir. Bu yapıldığı taktirde öğrenci konuyu temelinden öğrenir, bildiğini de defalarca tekrarlamaya gerek duymaz. Hem bu şekilde verilen analitik öğrenme metodu öğrencinin zihnen gelişmesini sağlayacaktır. Bu bağlamda okullarımızda yapmamız gereken laboratuvar uygulamalarının önemi büyüktür. Laboratuvar uygulamaları öğrencilerde Fen bilimlerini öğrenmeyi kolaylaştırdığı, öğrencilerin aktif olmasını sağlayarak öğrenmede sorumluluk duygusunu ve öğrenmenin kalıcılığını sağlamaktadır. Fen Bilimleri öğretiminde deneysel yöntem, araç gereçlerle uygulanmasa bile doğadaki olaylarla ve günlük yapılan somut işlemler ile bağlantı kurarak uygulanmalıdır. Laboratuvar uygulamalarında, fen ile ilgili çalışmalardaki birçok bilimsel süreci tamamlayıcı unsur da yaratıcılıktır. Yaratıcılıklarını kullanan bireyler, aldıkları Fen eğitimini, işlevsel hale getirebilirler ve böylece bilimsel bilgiler, kitaplarda bilgi yığını oluşturmak yerine, değerli ürünün ortaya çıkarılmasında temel oluşturabilir. Bu nedenle İlköğretimden itibaren eğitimlerininin her aşamasında geleceğin yetişkinleri olarak öğrencilere yaratıcı düşünme becerilerini kazandırmak Fen eğitiminin en önemli amaçlarından biri olmalıdır. Fen Bilimleri eğitimi bu açıdan çocukların dil gelişimi, mantık yürütme becerisini kazandırırken, günlük hayatta problemlerini çözmesini kolaylaştırır. Öğrencinin kazandığı bu beceriler hem diğer derslerdeki öğrenmelerini kolaylaştırırken, hemde ülkemizin gelişimine katkı sağlayacaktır. Öğretmen adayı olarak gayemizin her daim aziz Türk milletinin gelişimi ve refahı olması gerektiğini de unutmamalıyız.
Gleceğin karanlığına ışığı biz tutacağız...

- DEVLET-İ OSMANİYYEDE MEDRESE- Rabia ŞEKER

                                            
Eğitim tarihi insanlık tarihi kadar eskidir.Eğitimin bilimsel olarak gelişmesi ilerlemesi ona yüklenen anlamında tarihsel olarak gelişmesiyle paralellik gösterir.Eğitim; bir toplumda,o toplumu oluşturan bireylerin toplu yaşama katılarak kişiliklerini geliştirmek onlara sunulan bir araçlar ve yöntemler topluluğudur.
Osmanlılıarda ‘’terbiye’’olarak ifade edilen eğitim ; belli bir konu da bir bilgi bir bilim dalında nitelikli insan yetiştirme ve geliştirme etkinliğidir.Eğitim faaliyetine yani amaca ulaşmada öğretim faaliyetinden yararlanılır.Bu nedenle öğretim eğitimin bir parçasıdır.Osmanlılarda ‘’tedris’’ ya da’’talim’’diye adlandırılan öğretim belli bir amaca göre gerekenbilgileri verme işidir.Buna göre eğitim ve öğretimin amacı ; insanlara gerekli olan bilgi, kültür,değer ve bir takım davranışların kazanılmasıdır.Osmanlı devletinde eğitimin iki boyutu vardır.Bunlar;
1-Kişilere geçerli bilgileri aktarmak
2-Hedeflenen amaçları gerleştirmek için kurulmuş olan kurumlar ile eğitim ve öğretim yapmak.
Osmanlı Devletinde eğitim basamaklar halinde oluşuyordu.Bu basamağın temel taşını sübyan mektepleri oluşturuyordu.Burada eğitim görmenin belli bir süresi bulunmuyırdu .5-6 yaşlarında eğitim başlanırdı ve   eğitim öğrenci o bilgileri tam anlamıyla öğrendiide biterdi.Sübyan mektebini bitiren öğrencilerin eğitim hayatı medreselerde devam etmekteydi. Medreseler Osmanlı devletine uygun ,paralel bir şekilde gelişmiştir çünkü medreseler islam sistemine göre eğitim veriyordu.Medrese sıbyan mektebinden sonra orta,lise yüksek okul ve üniversite eğitimi veren,islami kimliği sebebi ile de sadece Müslümanların gittiği eğitim kurumuydu.Medrese kelime anlamı ile ‘talebenin eğitim gördüğü yer ‘ anlamına gelmektedir.Medreseden mezun olan öğrenciler kadılık,müftülük,nişancılık,defterdarlık ve cami görevlisi gibi görevlere atanırdı.Medreselerde eğitim veren kişilere ‘’müderris’’ denilmekteydi.Müderrisler nakli bilimlerde islam dinine ait konular ele almaktaydı.Tefsir,fıkıh,kelam,siyer nakli bilimlerdendir.Akli bilimler ise bizi yaradan Yüce Allah’ın varlığını kanıtlayan , akıl yoluyla açıklayan bilimlerdi. 1
Osmanlı Devletinde ilk medrese 1331 yılında İznikte açılmıştır.Bu medreseye ‘’İznik Medresesi’’ ya da ‘’İznik Orhaniyesi’’ denilmektedir.İznik medresesine atana ilk müderris ‘’ Davud el Kayseridir’’.Taceddin-i kürdi, Aleaddin Ali Esved de burada eğitim vermiştir.Bu müderrisler Selçuklu Medresesinin bulunduğu Konya,Kayseri ve Aksaraydan gelmişlerdir.Bunlar Osmanlı Devletinin eğitiminde yapı taşlarıdır.Yetişmiş işgücü eksiği vardır.Bunun için Türkistan ,Suriye,İran ve Mısır gibi bilimde,akli ve nakli konularda gelişmiş olan ülkelerden müderrisler getirtilmiştir.
Osmanlı Devleti eğitim alanında gelişirken daha önce ki Türk Devletlerini örnek aldı.Onlar üzerine eklemeler yaparak geliştirdi kendini öğrencilerine dini ve fenni ilimlerinin yanı sıra onlara iyi bir insan , devletine bağlı iyi bir asker yetiştirmek için uğraştı.Medresede okuyan öğrenciler görevlerini en iyi şekilde yapıyordu,Osmanlı Devletinin ayakta durabilmesi için yapması gereken de buydu.Özellikle Fatih Sultan Mehmet Han ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde eğitim veren medreseler en yüksek seviyeye ulaşmışlardı.

1-ERGÜN Mustafa,Türk Eğitim Tarihi/makale/2014

3 Şubat 2017 Cuma

-GELİŞİRKEN YOK OLMAK- Kübra ŞAKŞAK

Zaman gelişirken, dünya güzelleşmeli diyor mantık uzuvlarımız ama tarih kokan bir camiinin işlemeleri bizi en muazzam hislere kaptırırken yeni bir yapıt aynı oranda donuklaştırıyor, tekdüze hisler inşa ediyor öze dokunmadan yüzeysel…  Bunu durup bir düşünmeli ve başlamalı söze;
Gelişen zamanın dönüşen insanı; ruhunu tatmin edemediği bir açlıkla saldırdığı teknoloji ile adeta bir erozyon etkisi yaratmaktadır. Geçmişin o estetiği üzerine tek düze bir sistem ile günün monotonluğunu ortaya sermektedir. Gelmemiş olan komünizmin illallah ettiren tek düzeliği, günümüzde emperyalist güçlerin kolay yönetebilme planı ile kapitalizmin hırçın rüzgarlarının desteğiyle çevremize ve benliğimize yansımıştır. Ekranlar arasında kalan dostluklar ve binalara tıkıştırılmış yaşamlar…
İnsan tacirliğinin yasalarca yasaklandığı çağda yine aynı yasalarca bedence değil ama ruhça insan istiflenmektedir, kullanılmaktadır ve yönetilmektedir. Kıyafeti, yediği, içtiği belirli algılarla popüler kültür denen dönemlik moda akımlarına göre sınıflaştırılmakta, dediğimiz gibi tek düzeleştirilmektedir. Herhangi bir markanın bardağı ile kahve içmek veya o bilindik markanın bardağı ile kahve içmek arasında fark yok iken günümüz algısı araya dağlar kadar fark sermekte hatta üstüne dışlanmışlık hissi vermektedir. Moda denen akım ile seçim şansı azalmış her sene moda olan renk desen ve şekillerde kıyafet alma zorunluluğu gibi bir algı yaratılmıştır. Kapı tokmağına bile özen gösterip şahsileştiren atalarımızın ardından bir erozyona uğramışçasına minarelerin boylarını aşan çoğu zaman kendi evimizi dahi karıştırabildiğimiz benzer beton binalar inşa edilmiştir. Gelişen teknoloji ile robotlaşan insan, akıl yüceliğini rahatlık ve konfor ile paslandırıp evleri akıllı döşeyerek herhangi bir odanın lambasını dahi kapamaya tenezzül etmemektedir. Tüm bu örnekler aslında gelişimde mi yoksa yok oluş da mı olduğumuzu elbet düşündürmektedir.
Ruhu yok sayarak teknolojiye bağışlanmış anlık hazlar ile gelişimde ve zirvede olduğu düşünülen insan tatmin edemediği duygusal açlığı ile buhrana kapılmaktadır ve günümüzde sağlıklı bir ruha sahip bireyler ne yazık ki azalmaktadır. Artan üçüncü sayfa haberleri, sinir krizleri, tükenmişlik sendromları aslında paslanmış bir insan yapısının alarm veren işaretleridir. Yaratılış gereği maneviyatı kodlanmış insanoğlu, duygu düşünce ve benlik oluşturamamak ve bu eksikliği günledik hazlar ile kapatarak fark edemediği için boşluğa düşmekte ve çareyi psikologların kapısını aşındırarak bulmaktadır. Gelişen dünyanın etkisinin herhangi bir hastanenin sıra dahi bulunamayan psikiyatr ve psikolog randevu listelerinde kanıtlayabilir duruma gelmekteyiz. [1]
Tüm bunların oluş nedenini sorgular isek; aslında bir merkezce yönetim gayesi ile bir doğal erozyon etkisi verdiği komplo teorisi olmaktan çıkarak önümüze en gerçek hali ile gelmektedir. Araç medya , en büyük silah reklam der isek, diziler filimler ahlak yozlaştıran programlar dizilmektedir aklımızda ve insanlara hiö yaşayamayacakları lüks hayatlar sunulmakta ve bir çeşit güdümleme ve hırs yüklenmektedir. Bir lamborcini’yi herhangibir reklamda göremeyiz, çünkü o fiyat pahalılığında bir arabayı alan şahış televizyon karşısında yönlendirilen değil kumanda merkezinde yöneten kişidir , o güçtür ve geri kalan ise yani orta kesim, reklamların algı yönetimlerinin esas seyircisi hükmedilmek istenilen kitle, yönlendiren ve halk değimiyle ekonomiye can verenlerdir.
Kaybolan estetik beraberinde kaybolan güven ve yanlızlaşmaları da getirmektedir. Gelişen bir zaman var ise tarih neden özlenmektedir veya ramazanlar neden her geçen senede ‘hey gidi eski ramazanlar’ tamlaması ile gelmektedir? Düşünen robot değil düşünen karar veren seçen insan, tek bir televizyon ekranına sığdırılmış dünyanın popüler kültürü değil, zengin bir kültür kaybolmamış öz ve üstüne gelmiş yenilikler, işte insanlığı ancak özü yıkmadan kurulan bir gelecek , ilerleyen bir teknoloji ,yaşanan bir gelişim hakiki refaha ulaştıracaktır aksi halde ne yönetenler ne yönetilenler sosyal bir düzeni ve huzuru sağlayamayacaktır. [2]







[1] ERGİNER Gürbüz, Küreselleşme ve Geleneksel Kültür (Bilimsl Bulguların Anlamsızlaşması), 2002

[2] ERDOĞAN İrfan, Popüler Kültür söyleşisi

-BİR DELİ KAN- Mine GÜLER







Ay'ın şavkına tutuldum,
güne güneşi yaktım,
Sema da yıldızlar şahit ki,
Damarımda bir deli kan var!

Geceyi gündüze kattım,
Batılı gerçekle yıktım.
Toprak'ta Atam şahit ki,
Mazim de kutlu bir zafer var!

Bendimi çiğneyip taştım,
Düşman kaleminden şanımı yazdım.
Gökte görünen sed şahid ki,
Cihanda bir hükmüm var!

Ben beni Tarihden sordum,
bir coşkun Ozan'dan duydum.
Çalan sazı şahit ki,
Türkülerde bir adım var!

Günü beş vakite böldüm,
Geceyi imanla yardım.
Gök kubbede yankılanan Ezan şahit ki,
Yeri göğü, Mahlukatı yaradan bir Rab var!
Bu vatan toprağı şahit ki;
"Allah Allah"
nidası ile şehadete koşan bir ceddim var!
bu toprağa akıttığım bir deli kan var!
Bu deli kanda bir Kutlu dilek var!

Tarihim Şahit ki;
yeşeren bir KIZILELMA var!
     











TÜRKİYE'DE ÇOCUK İSTİSMARI VE PEDOFİLİ-Aykız Gülşen SAKA

           Çocuk istismarı, çocuklarda ciddi morbidite ve mortaliteye neden olan sosyal ve medikal bir problemdir. Tanım olarak; çocu...