5 Şubat 2017 Pazar

-AVRUPA BİRLİĞİ ve BİZ- Mine GÜLER



 

Bir Avrupa Devleti birleşimi zamanın Victor HUGO gibi fikir bilimcilerinin insancıl düşlerini süsleyen bir düş iken, günümüzde gerçekleşmiş hatta son demlerini yaşadığını tahlil ettiğimiz bir gerçektir. Geleceğinin analizini tarihi ile en doğru biçimde yapabileceğimiz için öncelikle bir hafızamızı tazelemeliyiz. İkinci Dünya Savaşı yıkıntısı ile barışçıl ve insanın baz alındığı bir Avrupa Birleşimi hayal ediliyordu, İkinci Dünya savaşı bitimi üzerine savaş vahametinin umudu bu düşün gerçekleşme arzusu ve ihtimali oldu. Tarih 1950’de savaş sırasınca zor şartlara direnen insanların gücü ve adı bilinen kurucuların cesareti ile bir Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasını önerildi. Kömür ve çelik otokontrolünün elde tutulması öncü amaç olmak üzere bu parayı bir arada güçlü tutmak hedeflenmişti. Savaşın hammaddeleri barışın araçlarına dönüşüyordu, barış huzur ve umut getiren bu birleşim adını Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğundan Avrupa Birliği’ne kadar yıkılan birleşimlerin desteği ülkelerin yoğun ilgisi ve antlaşmalar ile vaat edilenlerle taşıdı…

Gören bir bakış açısı ile bakılırsa adeta bir devlet işlerliği kazanan bu birlik aslında deyim yerindeyse sömürü niyetini altın tepside sundu dünyaya… İngiltere penceresinden bakar isek, İngiltere bu birliğin fikir sunucularından olmasına rağmen çekinceleri olmuş kuruluş aşamasındaki görüşmelere katılmamıştır tabi bunun altında kendi “Commonwealth” ülkeleriyle ilişkilerine zarar vermeme düşüncesi de ana sebebi oluşturmaktadır. Tabi çekincelerin yanı sıra bu birlik İngiltere’nin dikkatini oldukça çekmiştir ve serbest ticaret fikrini sunarak bu birliğe ilgisinin temelini ortaya koymuştur. Bu fikrin ancak iki yıl sonra Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi’nin (EFTA) kurulmasıyla hayata geçirilebilmiştir, İngiltere’nin ticari kazancın yanında ilişkilerine de zarar gelmemiştir. Devletlerin siyasi ilişkilerine zarar vermeyen, devletlerin egemenliklerini sınırlamadan ve onlara siyasi ve güvenlik bakımından bağımlılık yüklemeyen EFTA, önceleri İngiliz çıkarlarına daha çok uymuştur. 1961’de yapılan üyelik başvurusu ise Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle tarafından İngiltere’nin içinde bulunduğu sıkıntılar ve ABD’ye bağımlılığı öne sürülerek geri çevrilmiştir. İngiltere’nin 1967 yılındaki ikinci başvurusu da yine aynı gerekçelerle reddedilince bu bekleyiş Fransa Cumhurbaşkanının değişmesine kadar sürmüş ve ancak 1973 tarihinde AB kapıları İngiltere’ye açılmıştır. Peki bu açılışın altındaki temel sebep sömürülecek ülkenin kalmaması diyebilir miyiz, İtalya’nın emek gücünün kullanılması ve sıranın nihayet İngiltere’ye gelmesi… Tabi giriş aşamasında çıkarlarına zarar vermemek için bir yol çizen İngiltere üyelik sonrasında lehine antlaşmalarla yine kendi çıkarlarını korurken, “Commonwealth” ülkeleriyle ilişkilerini de sağlam tutmaya çalışarak ve Euro bölgesi dışında kalıp sterlin kullanmaya devam ederek de duruşunu sergilemiştir ve kendi borçlarını ödeyemez hale gelen üyelerin verdiği zarardan pay almamıştır. Avrupa Birliğine 1973’ten beri üye olan İngiltere’de, göreve gelen hükümetler hiçbir zaman Avrupa Birliği’ni terk etmek adına bir referandum yapmayı düşünmemişlerdir. Birlikte kalarak, ulusal çıkarlarını her zaman için korumayı ve bunu kendi lehlerine çevirmeyi seçmişlerdir. Oysaki Avrupa Birliğinin asıl amacı ise sömürmek ve ilerlemek üzerinedir ama İngiltere girerken olduğu gibi üyeyken de kendi çıkarlarını koruduğunu göstermiştir. Ancak süregelen iktidarın fikrini Euro bölgesindeki kriz ve başta olan muhafazakar partinin AB ‘ye karşı duruşu değiştirmiştir, çünkü para döngüsü olmadan sağlıklı bir birlik olmayacağı akıllarca kanıtlanmıştır bu da aslen huzurun barışın umudun birliği olarak adlandırılan hak gözettiğini idda eden bir birliğin dediğimiz gibi asıl temelini ortaya koyuyor.

Bu somut bilgiler ve çıkarımlar dahilinde Türkiye’mizin Ab macerasına bakar isek, 1959 da başvurduğumuz bu birliğe başvurumuzun 12 Eylül 1963 de kabulü ile maceramız başlamıştır… 12 Eylül Türkiye tarihi açısından pek iyi anımsanan bir tarih olmadığını defalarca kanıtlarcasına bu amansız maceranın da ilk adımı olmuştur. 1987 yılında tam üyeliğe başvuran Türkiye 1999 yılında aday olarak kabul edilmiş 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. Yılları aşan başvurularımız henüz kabul edilmemişken biz tavizler vermeye başlamışız tabi ki, Gümrük Vergilerini kaldırmamız gibi … 

Geniş bir bakış ile bakar isek ve bakışımıza kültürümüzü nakşederek yorumlarsak bir yozlaşma tünelinde soyularak ilerliyoruz diyebiliriz. Biz kendi kalıplarımızdan benliğimizden sıyrıldıkça bastırılan, şart koşulan kıyafetlere bürünerek bu birliğe üye olma çabasını veriyoruz sonuç ise sadece şu cümle ile dahi gözler önüne serilebilir; bizden sonra başvuran devletler şu an AB üyesidir. Biz ise alınacağımız umudu verilerek önümüze sunulan şartlar ile yozlaşırken yerimizde sayıyoruz , onlar bizi yavaş yavaş sömürürken elden de bırakmıyor sömürecekleri ülkeler tamamen bittiği zamanda biz devreye gireceğiz büyük ihtimalle, AB’ye girişimiz bir kutlamaya sebep olacak ama kimse bir sonun başlangıcı olabileceğini düşünmeden Avrupalı olduğuna sevinecek, çok matahmış Türklük’ten yüceymişçesine aslında şuursuzca…  Türkiye’nin AB ‘ye girmesi dahilinde koltuk sayısının ilk ülkeler sırasında olması durumu ve birinci karar organları arasında yer alacak olması elbette ki istenmeme sebeplerimizdendir. Parlamentosunun ilk partisi Hristiyan Muhafazakar Partisi olan bir birlik, Müslüman olan ve korktuğu ırk olan Türkleri elbette ki bu birliğe almayacak, alması ancak nezdimizde, bizim felaketimizin planı olarak yürürlüğe girmesi gereken bir gösteriş olacaktır. Daha önemlisi ise bizim bizden olmaya bize göre olmayan bu birlikte olmamamız gerektiğini anlamamız elbette, biz biz ile bir olarak cihana nam salmış bir ecdadın nesliyiz çağın gelişimine batının peşine takılarak uymaz bizi bizlikten çıkarır, biz mazimize bakarak çağları aşabiliriz…

Bir de hala girmeye çabaladığımız AB’nin şu an ki ahvaline bakar isek; gözler önüne tükenmekte olan bir birlik serilmektedir. Euro Bölgesinin zararda oluşu borçları karşılayamaması, çıkmak isteyen ülkeler başta İngiltere’nin yüzde 48’e karşı yüzde 52’lik oy ile çıkma kararını alması ve güven vermeyen bir Avrupa Birliği… Peki bundan sonra neler olabilir, bir fikir yürütebilirsek; İngiltere'nin AB'den ayrılması ile zorlu bir müzakere dönemi başlayacaktır. Bunlar başlıca gümrük ücretleri, kişi, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı gibi konulardır. En az iki yıl daha üyeliği sürecek ve bu süreçte diğer ülkeler çeşitli anlaşmalar yapacaktır. 43 yıldır Serbest Dolaşım ilkesine bağlı olan İngiltere’de ayrılması taktirinde en büyük sıkıntı serbest dolaşım olacaktır haliyle…  İngiliz vatandaşları 2014 yılında herhangi bir vizeye tabi tutulmadan AB ülkelerine 44 milyon ziyaret gerçekleştirmiştir, bu bağlamda ve bu örnekde göründüğü gibi; her ne kadar çok sayıda göçmenin ülkeye gelmesinden rahatsız görünse de aslında serbest dolaşım ekonomik olarak İngiltere'ye büyük fayda sağlıyor. Ayrılık taktirinde tabi ki ülke girişleri şaibeli bir karara düşecek. AB ülkelerinde yaşayan birçok İngiliz vatandaşı var, bunlar tartışmalı sonuçlar elbette ki doğuracaktır. AB ekonomisinin altıda birini İngiltere oluşturuyor, toplam ihracatın onda biri ise İngiltere’ye gidiyor yani İngiltere’nin ayrılması sadece İngiltere’yi değil aynı zamanda mal ve ürün ihraç eden üye ülkeleri de olumsuz etkileyecektir. Bazı ekonomistler sterlinin değerinin düşeceğini öngörüyor ki İngiltere'de hali hazırda bazı anket şirketlerinin sonuçlarında, ayrılık yanlılarının birkaç puan önde görünmesi bile sterlin üzerinde baskı ve oynaklık oluşturmaya yetiyor. İngiltere merkez bankası başkanı tedbirler alınması gerektiğinin altını çizerek aslında bu süreçte bir kemer sıkma politikasının olabileceğini de söylemiş bulundu. Hatta yapılan açıklamalarda hazırlanan raporda, İngiltere’deki büyüme oranının azalacağı da belirtilmiştir. Bunlar göz önündedir hatta İngiltere başbakanı Camon ‘’ ülkenin altına bomba koymak ‘’ olarak nitelendirse de bu olayı halkının seçimi birlikten ayrılmak üzere olmuştur. AB‘nin dışında kalmak kısıtlayıcı ticari düzenlemelere maruz kalmak uğruna kabul edildi.

 Bu şartlarda ayrılma isteğinin ve genel güven kaybının temeline eğilirsek, Avrupa Birliği (AB)’nin bir süredir içinden geçmekte olduğu, bazılarınca “meşruiyet krizi’’ , bazılarınca ise “varoluş krizi” diye adlandırılan sıkıntılı bir o kadar da soru işaretleri doğuran süreç çeşitli rotalar çizdi ve Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile atlatılacağı düşünüldü. Ama Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinin hemen ertesinde Yunanistan’da patlayan ekonomik kriz ile bu kriz ve krizin sona erdirilmesi için gerekli yöntem çalışmalarının, Ekonomik ve Parasal Birlik (Euro) ve AB’deki yansımaları “AB nereye gidiyor..?” sorusunu tekrar gündeme getirdi ve anlaşılan o ki üye devlet İngiltere bu soru karşısında riskleri göz önünde tutarak bulunmamayı seçti.

AB bir umut iken sürerliliği işler iken bu kriz nasıl oluştu der isek; temelleri 2000‟li yılların başında, “Anayasal Antlaşma” tartışmaları ile atılmıştı.  Daha önceki tüm antlaşmaların yerine geçecek olan bu Anayasal Antlaşma, AB içinde var olduğu öngörü sunulan “demokratik açığı” olabildiğince kapatmayı ve karar alma organını daha etkin kılmayı amaçlıyordu. Ayrıca Antlaşma’da, AB bayrağı ve AB marşı gibi dolaylı da olsa siyasi birlikle ilişkilendirilebilecek AB sembollerine de atıfta bulunulacaktı. AB’nin iki kurucu üye devletleri Fransa ve Hollanda halklarının 2005 yılında yapılan referandumlarda bu antlaşmayı ret etmesi, AB tarihindeki önemli krizlerden biri oldu ve başlangıcı oldu da denilebilir. Fransa ve Hollanda halkları, hakkında yeterince bilgilendirilmedikleri, dolayısıyla anlayamadıkları bir antlaşmaya haklı olarak geçit vermemişlerdi. Bu durum bazı yorumcular tarafından “Anayasal Antlaşma, küreselleşme ve genişlemenin olumsuz etkileri ile özdeşleştirildi ve günah keçisi oldu” şeklinde yorumlandı. Bazı yorumcular ise iki ülkedeki “hayır” oylarını, “AB vatandaşlarının artık, kendilerinin dışında kaldığı, elitler tarafından yön verilen bir bütünleşme sürecini onaylamayacakları” şeklinde değerlendirdiler. Bu değerlendirmeler, AB içindeki güçlü üye devletlerin gerek AB içinde, gerek AB dışında gündem belirleme ve karar verme yetkilerini elden bırakmak konusunda istekli olmadıkları gerçeğini doğurdu. Bir başka deyişle , AB üye devlet liderleri de aynen AB vatandaşları gibi tamamen “devletler üstü bir AB kimliğini” kabul etmeye hazır değildi ve “hükümetler arası” AB’den kolay vazgeçmeyecekti.  Bu gelişmeler üstüne oluşan global krizin etkilemeyeceği düşünülürken, kriz sonucunda yaygınlaşan tüketici güveni kaybı ile ticaret hacminin daralması sonucu, dünyanın sayılı ihracatçılarından biri olan Almanya ekonomisini de zora girdi. Bazı yeni AB üye devletleri ise krizden çok olumsuz etkilendi. Krize hazırlıksız yakalanan AB ülkeleri, AB antlaşmalarında ekonomik ve mali politikaların koordinasyonuna ilişkin kesin hükümlerin bulunmamasının da etkisiyle ve bilinciyle, krizin etkileriyle ortak mücadele konusunda çok başarılı bir performans sergileyemediler. Bütün bu gelişmeler, ister “meşruiyet’’ ister ‘’varoluş” ister “kimlik” krizi olarak söylemlerle başlıklandırılsın, bunlar AB’nin gerçekten zorlu bir dönemden geçmekte olduğunun aleni yatıdır. İşte bu şekilde AB halkı ve kurucu ülkelerin vatandaşları olsalar bile, AB’nin kuruluşunda ve gelişiminde etkin olan “elit yönlendirmesi” yaklaşımına artık izin vermeyeceklerini ve AB kurucularının hayali olan ve ekonomik bütünleşme aracılığı ile aşamalı olarak ulaşmayı düşündükleri, siyasi birliği sağlamış, federal bir Avrupa’ya sıcak bakmadıklarını çeşitli vesilelerle göstermektedir.

Pek ala  AB bitti mi..? Buna inanan veya inanmak isteyen kişilerin sayısı az değil elbette. Görüntü bunu tezahür ettirebilir, genel bir bakış ile bu birliğin söylem ve asıl niyetindeki kuruluş gayesi ve gelişimi bize bu soruyu sordurabilir ki kuruluş gayesi de sonsuz bir birlik olmayacağının öngörüsünü akıllardan elbet geçirmiştir. Ancak objektif bir değerlendirmenin sonucunda böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir. Özellikle Lizbon Antlaşması’nın önemli kazanımları göz önüne alındığında , yani artık genişleme, dış politika ve güvenlik ve vergilendirme gibi birkaç konu dışında AB’nin nitelikli çoğunlukla karar veriyor olması, Avrupa Parlamentosu’nun AB kararlarının %90‟ında, AB Bakanlar Konseyi ile eşit haklara sahip olarak “demokratik açığın“ kapatılmasında önemli bir mesafe kaydedilmesi küçümsenecek gelişmeler değildir. Bunun yanında  AB’nin içinde bulunduğu bu zorlu süreçten çıkabilmesi için stratejik kararlara ihtiyacı olduğu da ayandır. Tarihten ders alma ilkesini göz önüne alarak geçmişe bakıldığında ise AB benzeri krizlerden daha da güçlenerek çıkmayı bilmiştir. 1970’lerin ortasında baş gösteren ekonomik krize üye ülkeler kendi aralarındaki ticareti çeşitli tarife dışı engellerle azaltarak tepki vermişler, 1980’lerin başında bölünmüş pazarlardan oluşan ve Japonya ve ABD karşısındaki rekabet gücünü tamamen kaybetmiş bir AB ortaya çıkmıştı ve bu sorunu çözmek için atılan adımlar sonucunda AB dünya üzerinde tek örnek olan ve tüm engellerden arınmış bir Tek Pazar oluşturmuş, Norveç ve İsviçre gibi ülkeler de bu pazarın bir parçası olmuşlardı. İşte bunlar dahilinde stratejik bir yaklaşımla AB, “Euro krizi’ni, Ekonomik ve Parasal Birliğin temel eksikliği olan “ekonomik ve mali politikalarda” kurumsallaşmış bir koordinasyon mekanizmasını oluşturmak ve hatta bazı üye devletlerin itirazı kalkarsa olası krizlerle mücadele etmek için “ortak bir fon” kurmak için bir fırsat olarak bile kullanabilir. Ancak bunun ötesine geçmek, elbette ki kısa vadede mümkün gözükmemektedir. Şu anda olunan durum, AB’nin artık ekonomik bütünleşmenin zamanla, aşamalı olarak daha fazla derinleşmeye yol açması sürecinde kritik bir eşiğe gelindiğinin, bundan sonra ciddi bir sıçrama yapılmasının zorunlu olduğunu ama imkansız da olmadığını göstermektedir.


Bu krizin dünyada saldığı algı dahilinde söyleyeceğim şey ancak durumun ‘’ yeni bir birlik’’ oluşumunu tetiklemesi ve girme çabalarımızın boşluğu ile oluşan fikirlerin kendi birliğine ihtiyacı doğurması kaçınılmazdır, söylenen amaçlarla dünyaya umut olacak ve işleyiş biçimi ile de amacını uygulayacak bir sosyal refah birliği ancak benim fikrimce dünyanın yedi köşesine yayılmış Türk Devletleri’nin ve azınlıklarla cihanı örtmüş olan Türk’lerin birliği ile olacaktır. Bu birlik temelinde bir olma arzusu ve akraba bağı olması ile söz edilen sebepler ile krize düşmeyecek bir bütüncüllük yakalayacaktır, bir devlet olabilecektir. Bu fikir varılacak Kızılelma’dır, inanç ile kurulduğu taktirde dünyaya umut olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

TÜRKİYE'DE ÇOCUK İSTİSMARI VE PEDOFİLİ-Aykız Gülşen SAKA

           Çocuk istismarı, çocuklarda ciddi morbidite ve mortaliteye neden olan sosyal ve medikal bir problemdir. Tanım olarak; çocu...