Bir Avrupa Devleti
birleşimi zamanın Victor HUGO gibi fikir bilimcilerinin insancıl düşlerini
süsleyen bir düş iken, günümüzde gerçekleşmiş hatta son demlerini yaşadığını
tahlil ettiğimiz bir gerçektir. Geleceğinin analizini tarihi ile en doğru
biçimde yapabileceğimiz için öncelikle bir hafızamızı tazelemeliyiz. İkinci
Dünya Savaşı yıkıntısı ile barışçıl ve insanın baz alındığı bir Avrupa
Birleşimi hayal ediliyordu, İkinci Dünya savaşı bitimi üzerine savaş vahametinin
umudu bu düşün gerçekleşme arzusu ve ihtimali oldu. Tarih 1950’de savaş
sırasınca zor şartlara direnen insanların gücü ve adı bilinen kurucuların
cesareti ile bir Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kurulmasını
önerildi. Kömür ve çelik otokontrolünün elde tutulması öncü amaç olmak üzere bu
parayı bir arada güçlü tutmak hedeflenmişti. Savaşın hammaddeleri barışın
araçlarına dönüşüyordu, barış huzur ve umut getiren bu birleşim adını Avrupa
Kömür ve Çelik Topluluğundan Avrupa Birliği’ne kadar yıkılan birleşimlerin
desteği ülkelerin yoğun ilgisi ve antlaşmalar ile vaat edilenlerle taşıdı…
Gören bir bakış açısı
ile bakılırsa adeta bir devlet işlerliği kazanan bu birlik aslında deyim
yerindeyse sömürü niyetini altın tepside sundu dünyaya… İngiltere penceresinden
bakar isek, İngiltere bu birliğin fikir sunucularından olmasına rağmen
çekinceleri olmuş kuruluş aşamasındaki görüşmelere katılmamıştır tabi bunun
altında kendi “Commonwealth” ülkeleriyle ilişkilerine zarar vermeme düşüncesi
de ana sebebi oluşturmaktadır. Tabi çekincelerin yanı sıra bu birlik İngiltere’nin
dikkatini oldukça çekmiştir ve serbest ticaret fikrini sunarak bu birliğe
ilgisinin temelini ortaya koymuştur. Bu fikrin ancak iki yıl sonra Avrupa
Serbest Ticaret Bölgesi’nin (EFTA) kurulmasıyla hayata geçirilebilmiştir,
İngiltere’nin ticari kazancın yanında ilişkilerine de zarar gelmemiştir.
Devletlerin siyasi ilişkilerine zarar vermeyen, devletlerin egemenliklerini
sınırlamadan ve onlara siyasi ve güvenlik bakımından bağımlılık yüklemeyen
EFTA, önceleri İngiliz çıkarlarına daha çok uymuştur. 1961’de yapılan üyelik
başvurusu ise Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle tarafından İngiltere’nin
içinde bulunduğu sıkıntılar ve ABD’ye bağımlılığı öne sürülerek geri
çevrilmiştir. İngiltere’nin 1967 yılındaki ikinci başvurusu da yine aynı
gerekçelerle reddedilince bu bekleyiş Fransa Cumhurbaşkanının değişmesine kadar
sürmüş ve ancak 1973 tarihinde AB kapıları İngiltere’ye açılmıştır. Peki bu
açılışın altındaki temel sebep sömürülecek ülkenin kalmaması diyebilir miyiz,
İtalya’nın emek gücünün kullanılması ve sıranın nihayet İngiltere’ye gelmesi… Tabi
giriş aşamasında çıkarlarına zarar vermemek için bir yol çizen İngiltere üyelik
sonrasında lehine antlaşmalarla yine kendi çıkarlarını korurken, “Commonwealth”
ülkeleriyle ilişkilerini de sağlam tutmaya çalışarak ve Euro bölgesi dışında
kalıp sterlin kullanmaya devam ederek de duruşunu sergilemiştir ve kendi
borçlarını ödeyemez hale gelen üyelerin verdiği zarardan pay almamıştır. Avrupa
Birliğine 1973’ten beri üye olan İngiltere’de, göreve gelen hükümetler hiçbir
zaman Avrupa Birliği’ni terk etmek adına bir referandum yapmayı
düşünmemişlerdir. Birlikte kalarak, ulusal çıkarlarını her zaman için korumayı
ve bunu kendi lehlerine çevirmeyi seçmişlerdir. Oysaki Avrupa Birliğinin asıl
amacı ise sömürmek ve ilerlemek üzerinedir ama İngiltere girerken olduğu gibi
üyeyken de kendi çıkarlarını koruduğunu göstermiştir. Ancak süregelen iktidarın
fikrini Euro bölgesindeki kriz ve başta olan muhafazakar partinin AB ‘ye karşı
duruşu değiştirmiştir, çünkü para döngüsü olmadan sağlıklı bir birlik
olmayacağı akıllarca kanıtlanmıştır bu da aslen huzurun barışın umudun birliği
olarak adlandırılan hak gözettiğini idda eden bir birliğin dediğimiz gibi asıl
temelini ortaya koyuyor.
Bu somut bilgiler ve
çıkarımlar dahilinde Türkiye’mizin Ab macerasına bakar isek, 1959 da başvurduğumuz
bu birliğe başvurumuzun 12 Eylül 1963 de kabulü ile maceramız başlamıştır… 12
Eylül Türkiye tarihi açısından pek iyi anımsanan bir tarih olmadığını defalarca
kanıtlarcasına bu amansız maceranın da ilk adımı olmuştur. 1987 yılında tam
üyeliğe başvuran Türkiye 1999 yılında aday olarak kabul edilmiş 2005 yılında
tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. Yılları aşan başvurularımız henüz kabul
edilmemişken biz tavizler vermeye başlamışız tabi ki, Gümrük Vergilerini
kaldırmamız gibi …
Geniş bir bakış ile
bakar isek ve bakışımıza kültürümüzü nakşederek yorumlarsak bir yozlaşma
tünelinde soyularak ilerliyoruz diyebiliriz. Biz kendi kalıplarımızdan benliğimizden
sıyrıldıkça bastırılan, şart koşulan kıyafetlere bürünerek bu birliğe üye olma
çabasını veriyoruz sonuç ise sadece şu cümle ile dahi gözler önüne serilebilir;
bizden sonra başvuran devletler şu an AB üyesidir. Biz ise alınacağımız umudu
verilerek önümüze sunulan şartlar ile yozlaşırken yerimizde sayıyoruz , onlar
bizi yavaş yavaş sömürürken elden de bırakmıyor sömürecekleri ülkeler tamamen
bittiği zamanda biz devreye gireceğiz büyük ihtimalle, AB’ye girişimiz bir
kutlamaya sebep olacak ama kimse bir sonun başlangıcı olabileceğini düşünmeden
Avrupalı olduğuna sevinecek, çok matahmış Türklük’ten yüceymişçesine aslında
şuursuzca… Türkiye’nin AB ‘ye girmesi
dahilinde koltuk sayısının ilk ülkeler sırasında olması durumu ve birinci karar
organları arasında yer alacak olması elbette ki istenmeme sebeplerimizdendir.
Parlamentosunun ilk partisi Hristiyan Muhafazakar Partisi olan bir birlik,
Müslüman olan ve korktuğu ırk olan Türkleri elbette ki bu birliğe almayacak,
alması ancak nezdimizde, bizim felaketimizin planı olarak yürürlüğe girmesi
gereken bir gösteriş olacaktır. Daha önemlisi ise bizim bizden olmaya bize göre
olmayan bu birlikte olmamamız gerektiğini anlamamız elbette, biz biz ile bir
olarak cihana nam salmış bir ecdadın nesliyiz çağın gelişimine batının peşine
takılarak uymaz bizi bizlikten çıkarır, biz mazimize bakarak çağları
aşabiliriz…
Bir de hala girmeye
çabaladığımız AB’nin şu an ki ahvaline bakar isek; gözler önüne tükenmekte olan
bir birlik serilmektedir. Euro Bölgesinin zararda oluşu borçları
karşılayamaması, çıkmak isteyen ülkeler başta İngiltere’nin yüzde 48’e karşı
yüzde 52’lik oy ile çıkma kararını alması ve güven vermeyen bir Avrupa Birliği…
Peki bundan sonra neler olabilir, bir fikir yürütebilirsek; İngiltere'nin
AB'den ayrılması ile zorlu bir müzakere dönemi başlayacaktır. Bunlar başlıca
gümrük ücretleri, kişi, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı gibi konulardır. En
az iki yıl daha üyeliği sürecek ve bu süreçte diğer ülkeler çeşitli anlaşmalar
yapacaktır. 43 yıldır Serbest Dolaşım ilkesine bağlı olan İngiltere’de
ayrılması taktirinde en büyük sıkıntı serbest dolaşım olacaktır haliyle…
İngiliz vatandaşları 2014 yılında herhangi bir vizeye tabi tutulmadan AB
ülkelerine 44 milyon ziyaret gerçekleştirmiştir, bu bağlamda ve bu örnekde
göründüğü gibi; her ne kadar çok sayıda göçmenin ülkeye gelmesinden rahatsız
görünse de aslında serbest dolaşım ekonomik olarak İngiltere'ye büyük fayda
sağlıyor. Ayrılık taktirinde tabi ki ülke girişleri şaibeli bir karara düşecek.
AB ülkelerinde yaşayan birçok İngiliz vatandaşı var, bunlar tartışmalı sonuçlar
elbette ki doğuracaktır. AB ekonomisinin altıda birini İngiltere oluşturuyor,
toplam ihracatın onda biri ise İngiltere’ye gidiyor yani İngiltere’nin
ayrılması sadece İngiltere’yi değil aynı zamanda mal ve ürün ihraç eden üye
ülkeleri de olumsuz etkileyecektir. Bazı ekonomistler sterlinin değerinin düşeceğini
öngörüyor ki İngiltere'de hali hazırda bazı anket şirketlerinin
sonuçlarında, ayrılık yanlılarının birkaç puan önde görünmesi bile sterlin üzerinde
baskı ve oynaklık oluşturmaya yetiyor. İngiltere merkez bankası başkanı
tedbirler alınması gerektiğinin altını çizerek aslında bu süreçte bir kemer
sıkma politikasının olabileceğini de söylemiş bulundu. Hatta yapılan
açıklamalarda hazırlanan raporda, İngiltere’deki büyüme oranının azalacağı da
belirtilmiştir. Bunlar göz önündedir hatta İngiltere başbakanı Camon ‘’ ülkenin
altına bomba koymak ‘’ olarak nitelendirse de bu olayı halkının seçimi birlikten
ayrılmak üzere olmuştur. AB‘nin dışında kalmak kısıtlayıcı ticari düzenlemelere
maruz kalmak uğruna kabul edildi.
Bu şartlarda ayrılma isteğinin ve genel güven
kaybının temeline eğilirsek, Avrupa Birliği (AB)’nin bir süredir içinden geçmekte
olduğu, bazılarınca “meşruiyet krizi’’ , bazılarınca ise “varoluş krizi” diye
adlandırılan sıkıntılı bir o kadar da soru işaretleri doğuran süreç çeşitli
rotalar çizdi ve Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile atlatılacağı
düşünüldü. Ama Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinin hemen ertesinde
Yunanistan’da patlayan ekonomik kriz ile bu kriz ve krizin sona erdirilmesi için
gerekli yöntem çalışmalarının, Ekonomik ve Parasal Birlik (Euro) ve AB’deki
yansımaları “AB nereye gidiyor..?” sorusunu tekrar gündeme getirdi ve anlaşılan
o ki üye devlet İngiltere bu soru karşısında riskleri göz önünde tutarak
bulunmamayı seçti.
AB bir umut iken
sürerliliği işler iken bu kriz nasıl oluştu der isek; temelleri 2000‟li
yılların başında, “Anayasal Antlaşma” tartışmaları ile atılmıştı. Daha önceki tüm antlaşmaların yerine geçecek
olan bu Anayasal Antlaşma, AB içinde var olduğu öngörü sunulan “demokratik
açığı” olabildiğince kapatmayı ve karar alma organını daha etkin kılmayı
amaçlıyordu. Ayrıca Antlaşma’da, AB bayrağı ve AB marşı gibi dolaylı da olsa siyasi
birlikle ilişkilendirilebilecek AB sembollerine de atıfta bulunulacaktı. AB’nin
iki kurucu üye devletleri Fransa ve Hollanda halklarının 2005 yılında yapılan
referandumlarda bu antlaşmayı ret etmesi, AB tarihindeki önemli krizlerden biri
oldu ve başlangıcı oldu da denilebilir. Fransa ve Hollanda halkları, hakkında
yeterince bilgilendirilmedikleri, dolayısıyla anlayamadıkları bir antlaşmaya haklı
olarak geçit vermemişlerdi. Bu durum bazı yorumcular tarafından “Anayasal
Antlaşma, küreselleşme ve genişlemenin olumsuz etkileri ile özdeşleştirildi ve
günah keçisi oldu” şeklinde yorumlandı. Bazı yorumcular ise iki ülkedeki
“hayır” oylarını, “AB vatandaşlarının artık, kendilerinin dışında kaldığı,
elitler tarafından yön verilen bir bütünleşme sürecini onaylamayacakları”
şeklinde değerlendirdiler. Bu değerlendirmeler, AB içindeki güçlü üye
devletlerin gerek AB içinde, gerek AB dışında gündem belirleme ve karar verme
yetkilerini elden bırakmak konusunda istekli olmadıkları gerçeğini doğurdu. Bir
başka deyişle , AB üye devlet liderleri de aynen AB vatandaşları gibi tamamen
“devletler üstü bir AB kimliğini” kabul etmeye hazır değildi ve “hükümetler
arası” AB’den kolay vazgeçmeyecekti. Bu
gelişmeler üstüne oluşan global krizin etkilemeyeceği düşünülürken, kriz sonucunda
yaygınlaşan tüketici güveni kaybı ile ticaret hacminin daralması sonucu,
dünyanın sayılı ihracatçılarından biri olan Almanya ekonomisini de zora girdi.
Bazı yeni AB üye devletleri ise krizden çok olumsuz etkilendi. Krize
hazırlıksız yakalanan AB ülkeleri, AB antlaşmalarında ekonomik ve mali
politikaların koordinasyonuna ilişkin kesin hükümlerin bulunmamasının da
etkisiyle ve bilinciyle, krizin etkileriyle ortak mücadele konusunda çok
başarılı bir performans sergileyemediler. Bütün bu gelişmeler, ister
“meşruiyet’’ ister ‘’varoluş” ister “kimlik” krizi olarak söylemlerle başlıklandırılsın,
bunlar AB’nin gerçekten zorlu bir dönemden geçmekte olduğunun aleni yatıdır.
İşte bu şekilde AB halkı ve kurucu ülkelerin vatandaşları olsalar bile, AB’nin
kuruluşunda ve gelişiminde etkin olan “elit yönlendirmesi” yaklaşımına artık
izin vermeyeceklerini ve AB kurucularının hayali olan ve ekonomik bütünleşme
aracılığı ile aşamalı olarak ulaşmayı düşündükleri, siyasi birliği sağlamış,
federal bir Avrupa’ya sıcak bakmadıklarını çeşitli vesilelerle göstermektedir.
Pek ala AB bitti mi..? Buna inanan veya inanmak isteyen
kişilerin sayısı az değil elbette. Görüntü bunu tezahür ettirebilir, genel bir
bakış ile bu birliğin söylem ve asıl niyetindeki kuruluş gayesi ve gelişimi
bize bu soruyu sordurabilir ki kuruluş gayesi de sonsuz bir birlik olmayacağının
öngörüsünü akıllardan elbet geçirmiştir. Ancak objektif bir değerlendirmenin
sonucunda böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir. Özellikle Lizbon
Antlaşması’nın önemli kazanımları göz önüne alındığında , yani artık genişleme,
dış politika ve güvenlik ve vergilendirme gibi birkaç konu dışında AB’nin
nitelikli çoğunlukla karar veriyor olması, Avrupa Parlamentosu’nun AB
kararlarının %90‟ında, AB Bakanlar Konseyi ile eşit haklara sahip olarak
“demokratik açığın“ kapatılmasında önemli bir mesafe kaydedilmesi küçümsenecek
gelişmeler değildir. Bunun yanında AB’nin
içinde bulunduğu bu zorlu süreçten çıkabilmesi için stratejik kararlara
ihtiyacı olduğu da ayandır. Tarihten ders alma ilkesini göz önüne alarak
geçmişe bakıldığında ise AB benzeri krizlerden daha da güçlenerek çıkmayı
bilmiştir. 1970’lerin ortasında baş gösteren ekonomik krize üye ülkeler kendi
aralarındaki ticareti çeşitli tarife dışı engellerle azaltarak tepki vermişler,
1980’lerin başında bölünmüş pazarlardan oluşan ve Japonya ve ABD karşısındaki
rekabet gücünü tamamen kaybetmiş bir AB ortaya çıkmıştı ve bu sorunu çözmek
için atılan adımlar sonucunda AB dünya üzerinde tek örnek olan ve tüm
engellerden arınmış bir Tek Pazar oluşturmuş, Norveç ve İsviçre gibi ülkeler de
bu pazarın bir parçası olmuşlardı. İşte bunlar dahilinde stratejik bir
yaklaşımla AB, “Euro krizi’ni, Ekonomik ve Parasal Birliğin temel eksikliği
olan “ekonomik ve mali politikalarda” kurumsallaşmış bir koordinasyon mekanizmasını
oluşturmak ve hatta bazı üye devletlerin itirazı kalkarsa olası krizlerle
mücadele etmek için “ortak bir fon” kurmak için bir fırsat olarak bile
kullanabilir. Ancak bunun ötesine geçmek, elbette ki kısa vadede mümkün
gözükmemektedir. Şu anda olunan durum, AB’nin artık ekonomik bütünleşmenin
zamanla, aşamalı olarak daha fazla derinleşmeye yol açması sürecinde kritik bir
eşiğe gelindiğinin, bundan sonra ciddi bir sıçrama yapılmasının zorunlu
olduğunu ama imkansız da olmadığını göstermektedir.
Bu krizin dünyada
saldığı algı dahilinde söyleyeceğim şey ancak durumun ‘’ yeni bir birlik’’
oluşumunu tetiklemesi ve girme çabalarımızın boşluğu ile oluşan fikirlerin
kendi birliğine ihtiyacı doğurması kaçınılmazdır, söylenen amaçlarla dünyaya
umut olacak ve işleyiş biçimi ile de amacını uygulayacak bir sosyal refah
birliği ancak benim fikrimce dünyanın yedi köşesine yayılmış Türk
Devletleri’nin ve azınlıklarla cihanı örtmüş olan Türk’lerin birliği ile olacaktır.
Bu birlik temelinde bir olma arzusu ve akraba bağı olması ile söz edilen
sebepler ile krize düşmeyecek bir bütüncüllük yakalayacaktır, bir devlet
olabilecektir. Bu fikir varılacak Kızılelma’dır, inanç ile kurulduğu taktirde
dünyaya umut olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder